text
stringlengths
21
17k
label
stringclasses
187 values
Bu tezde, üretim süreci kısmen tamamlanmış ve saklama koşullarına hazırlanması için işlem görmesi gereken beyaz peynir ürünü için bir sepet yıkama ve salamura dolum makinası tasarlanmış, salamura dolum kısmının CIP fonksiyonu hariç gerekli yazılımları yapılmış ve hayata geçirilmiştir. Üretilen beyaz peynir istenilen kıvama gelmesi için kalıplar halinde belli bir süre dinlendirilmelidir. Bu dinlenme sürecinde ürünün yapısında bozulma olmaması ve istenilen kıvamın elde edilebilmesi için ürünün salamura adı verilen bir çeşit tuzlu suda beklemesi gerekmektedir. Tasarlanan bu makine ise peynirin bekletileceği sepetin hijyeninin sağlanması, üretilen peynirin sepete konulması ve salamurasının doldurulmasını sağlamaktadır. Makina üç ana kısımdan oluşmakta. Birinci kısım olan sepet yıkama bölümü kendi içinde ön yıkama, kimyasal yıkama ve durulama olmak üzere üç süreç içermektedir. Daha sonra, sisteme yardımcı olarak kullanılan bir robot kolu ile sepete peynir dolumu işlemiyle devam eden sistem üçüncü aşamada sepete salamura dolumu yapılarak son bulmaktadır. PLC ile kontrolü sağlanan makinede kontrol geri beslemeleri için fotoelektrik sensörler, endüktif sensör ve seviye sensörleri kullanılmakta. Sensörlerden alınan bilgilere göre hareket üretmekte ise pnömatik piston, redüktörlü motor, pompa ve pnömatik valfler kullanılır. Tasarlanan bu makina gıda sektörünün hijyen, maliyet ve hızlı üretim kıstaslarını sağlayarak sektörün ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılamaktadır.
Mekatronik Mühendisliği
Dünyada hızla gelişen turizm sektöründe büyük bir paya sahip olan sağlık turizmidir. Termal turizm kaynakları ile Türkiye'de ön plana çıkan destinasyonlardan birisi de Kızılcahamam'dır. Yapılan bu araştırmanın amacı, Kızılcahamam'daki termal işletmelere gelen ziyaretçilerin demografik bilgileri ile hizmet kalitesi algılamaları arasındaki farklılıkları tespit etmek; ziyaretçilerin demografik bilgileri ile destinasyon imajı algıları arasındaki farklılıkları tespit etmek ve hizmet kalitesi algılamaları ile destinasyon imajı algıları arasındaki ilişkiyi ölçmektir. Araştırmanın amacına uygun olarak birincil verilerden yaralanılmış olup veri top¬lama yöntemi olarak anket tekniği uygulanmıştır. Araştırma alanı olan Kızılcahamam'a 2017 yılı verilerine göre 88625 kişi ziyaret etmiştir. Evren doğrultusunda hesaplanan örneklem sayısı 383 olarak belirlenmiştir. Anket çalışması Ankara Kızılcahamam'da bulunan termal işletmelerde gerçekleştirilmiştir. Kolayda örnekleme yöntemiyle, Aralık 2018 - Şubat 2019 tarihleri arasındaki üç aylık dönemde termal işletmelerin ziyaret¬çilerine uygulanan anket formu neticesinde 408 anket formu, geri alınmıştır. Bu anketlerin arasından eksik veya hatalı doldurulan 8 anket çıkartılarak 400 adedi analizlerin gerçekleştirilmesi için kullanılmıştır. Elde edilen anket verileri SPSS 24.00 istatistik programı aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Araştırmanın amacına uygun olarak güvenilirlik analizi, normallik testi, leneve testi, Anova testi, t-testi ve doğrusal regresyon analizleri uygulanmıştır. Kızılcahamam'da bulunan termal tesisleri deneyimleyen ziyaretçilerin hizmet kalitesi ve destinasyon imajı algılamaları yüksek ve olumlu olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca ziyaretçilerin hizmet kalitesi ve destinasyon imajı algıları ile yaş bağımsız değişkeni arasında anlamlı farklılıklar olduğu tespit edilmiştir. Sonuç olarak ziyaretçilerin hizmet kalitesi algıları destinasyon imajına yönelik algıları arasında anlamlı bir ilişki olduğu ve ziyaretçi algılarını etkilediği belirlenmiştir.
Turizm
"Bireysel Emeklilik Sistemi ve Bireysel Emeklilik Sistemindeki Sigorta Şirketlerinde Fon Yönetimi" adlı bu çalışmanın amacı, Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) hakkında bilgi sunmak ve bunun yanında bireysel emeklilik hizmeti sunan sigorta şirketlerinin ne derece etkin olduğunu veri zarflama analizi yoluyla ölçmektir. Bu çalışmanın birinci bölümünde, sigortacılık sisteminden genel olarak bahsedilmiştir. İkinci bölümünde bireysel emeklilik sisteminden, bireysel emeklilik sisteminin tarihçesinden ve işleyişinden, bu sistemin getirilerinden ve zaman içinde bu sistemde meydana gelen değişikliklerden bahsedilmiştir. Üçüncü bölümde ise, bireysel emeklilik sistemindeki sigorta şirketlerinin fon yönetiminin etkin olup olmadığı tespit edilmeye çalışılmış ve bu etkinliğin tespiti için veri zarflama analizi yöntemi kullanılmıştır.
Sigortacılık
Çalışmamızın konusunu, "Giresun Müzesi'nde Bulunan Bir Grup Bizans Sikkesi" oluşturmaktadır. Bu amaçla, 2013-2017 yılları arasında yapmış olduğumuz çalışmada Giresun Müzesinde bulunan sikkeler tanıtılmaya çalışılmıştır. Müze koleksiyonunda bulunan ve tez kapsamında yer alan 100 adet sikke incelenerek sınıflanmış ve daha sonra katalog çalışması yapılmıştır. Bu sınıflamaya göre incelenen sikkelerin 51 adedi, I. Anastasios'un sikke reformu sonrasında basılmaya başlanmış ve başkent Konstantinopolis'in 1204 yılında Latinler tarafından işgal edilmesine kadar geçen süreye tarihlenmektedir. İncelenen sikkelerin 49 adedi ise 1204 yılında Konstantinopolis'in işgal edilmesiyle kurulan, İznik ve Trabzon İmparatorluklarına ait sikkelerdir. Bu sikkeler kendi içinde değerlendirildiğinde 4 adet sikke İznik İmparatorluğuna, 45 adet sikke ise Trabzon İmparatorluğuna aittir. Ardıl devletler tarafından bastırılan sikkeler, Bizans sikke ikonografisi içinde değerlendirilmiş olsa da bu sikkeler kendine has sikke birimi ve ikonografisine sahip olmuşlardır. Özellikle bu durum Trabzon İmparatorluğuna ait sikkelerde oldukça belirgindir. Bu nedenle, tez kapsamında incelenen 100 adet sikke Bizans İmparatorluğu ve Trabzon İmparatorluğu sikkeleri olmak üzere iki grupta değerlendirilmiştir.
Arkeoloji
Çalışmamız, yirminci yüzyıl Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Jack London'ın romanları ve romancı kimliğini merkeze almaktadır. Amerikan realizminin kurucularından sayılan yazar, ülkemizde de yetmiş yılı aşkın bir süredir geniş bir okur kitlesi tarafından ilgiyle takip edilmektedir. Buna rağmen üniversitelerimizde, tüm dünyada ve ülkemizde böylesine yoğun bir ilgiye nail olan yazar hakkında akademik düzeyde herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Söz konusu eksikliği gidermek amacıyla yaptığımız çalışma bu niteliği itibariyle, Jack London'ı tüm yönleriyle ele alarak inceleyen ilk akademik araştırma mahiyetindedir.İki ana bölümden oluşan çalışmamızın birinci kısmını Jack London'ın hayatı ve edebi kişiliği teşkil etmektedir. İkinci bölümde ise romanlarını biçimsel ve tematik bakımdan ayrıntılı olarak çözümlemeye tabi tuttuğumuz yazarın ilgisini üzerinde yoğunlaştırdığı tem ve sorunları tespit ederek bu verileri sanatçının ideolojik ve estetik karşısındaki tavrıyla mukayese ettik. Bu suretle yazarın eserleri ile hayatı ve ideolojik kimliği arasındaki yakınlığı ortaya koyduk. Nitekim Jack London'ın eserlerini birinci ve ikinci devre olmak üzere iki başlık altında incelememizi gerekli kılan değişim, yazarın geçirdiği ideolojik dönüşüme paralel olarak izah edilebilir. Yazar özellikle Martin Eden, Demir Ökçe ve Uçurum İnsanları gibi distopik karakterli ikinci devre romanları vasıtasıyla kapitalizmin yıkıcı küresel etkileri, sınıf çatışması, yoksulluk, açlık ve adalet gibi sosyal temler üzerinde yoğunlaşmış, bu niteliği itibariyle içinde yaşadığı çağın ve toplumun genel eğilimlerine paralellik teşkil eden bir yazınsal anlayışı benimsemiştir. Bu durumun yazarın edebî şahsiyeti üzerindeki etkilerine ikinci bölümün ilgili kısmında değinerek, çalışmamız boyunca elde ettiğimiz muhtelif sonuç ve bulguları ?Sonuç?, bu süreçte kaynaklığına başvurduğumuz belli başlı eserleri ise ?Kaynakça? bölümünde ayrıntılı olarak ortaya koyduk.
Amerikan Kültürü ve Edebiyatı
Engellilik, bir yeti kaybı olarak doğuştan olabilmekle birlikte doğum sonrası da çeşitli sebeplerle (savaş, trafik kazası, iş kazası, hastalık, doğal afetler vb.) meydana gelebilmektedir. Günlük yaşam içerisinde bulunan her bir birey engelli olmasa bile birer engelli adayıdır. Bu bakımdan engellilik hayatın içerisinde her an karşılaşabileceğimiz bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Günümüzde, Dünya Bankası'nın verilerine göre insan nüfusu içerisinde 15 yaş üstü engelli birey sayısı 785 ile 975 milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir. 15 yaş altı bireylerle birlikte bu oran 1 milyarı geçmektedir Türkiye'de ise bu durum Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) en son 2011'de yapmış olduğu Nüfus ve Konut Araştırması verilerine göre engelli birey sayısı 4 milyon 541 bin olarak belirtilmiştir. Toplam nüfus içerisinde azımsanmayacak sayıda olan engelli bireylerin, engelli olmayan her bir birey gibi hayatını sürdürme hakkı vardır. Ancak geçmişten beri engelli bireyler toplum tarafından birçok şiddete ve baskıya maruz kalmıştır. Engelli bireylere yapılan bu baskı ve şiddet antik dönemlerde öldürmeye kadar giderken, günümüzde ise yerini toplum tarafından dışlanma, fiziksel ve sözlü şiddete maruz kalma ya da çalışma hayatına girmelerini engelleme gibi davranışlara bırakmıştır. Toplum tarafından baskı ve şiddete maruz kalan engelli bireyler psikolojik olarak etkilenmekte ve duygusal yüklerle karşı karşıya kalmaktadır. Duygusal yüklere maruz kalan engeli bireyler kendilerini toplumdan dışlanmış, işe yaramaz, mutsuz, geleceğe dair umutsuz hissetmektedirler. Çalışma hayatı içerisinde de iş arkadaşları ya da işverenlerin yapmış olduğu olumsuz tepkilere maruz kalan engelli bireylerin iş performansları düşmektedir. Bu tezin ana amacı çalışma hayatı içerisinde yer alan engelli bireylerin maruz kalmış oldukları duygusal yükler sonucunda iş performanslarına etkilerini değerlendirmektir. Çalışma da elde edilen teorik ve ampirik bulgular, ülkemizde çalışma hayatı içerisinde yer alan engelli bireylerin maruz kaldıkları duygusal yüklere, toplumun farkındalığının olmadığı yönündedir. Bu çalışmayla toplumun engellilere yönelik duygu yüklerinin farkındalığının arttırılması amaçlanmış ve çalışan engelli bireylerin duygusal yüklerinin azaltılarak iş performanslarını arttırmaya yönelik çözüm ve öneriler sunulmuştur.
Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri
Bu çalışmada 2008 Küresel Finans Krizi ve Covid-19 Pandemisi Krizinin hava kargo taşımacılığı sektörü üzerinde farklı kaynaklardan çıkan krizlerin olumlu ve olumsuz etkileri ele alınmaktadır. Söz konusu krizlerin yapısal farklılıkları sonucu ortaya çıkan etkilerin farklılıklarının değerlendirilebilmesi adına dünya genelinde, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere ait; rezerv miktarları, enflasyon, büyüme, mal ve ürün ihracat değerleri, mal ticaret hacmi verileri ile hava kargo taşımacılığı yapan firmaların toplam yük trafiği ve elde ettikleri toplam gelirler incelenmiştir. Bu kapsamda 2008 krizinin etkilerini değerlendirmek için seçilen zaman aralığı 2008-2009 yılları iken Covid-19 Pandemisi için seçilen zaman aralığı 2019-2020'dir. Bununla beraber dünya üzerinde hava kargo pazarının yaklaşık olarak %80,3'ünü oluşturan 21 adet hava taşımacılığı firmalarına ait yıllık faaliyet raporları içerisinden araştırmanın zaman aralığına uygun olanlar belirlenmiş ve söz konusu faaliyet raporları içerisinde yer alan; kargo gelirleri, toplam aktifler, toplam özkaynaklar, cari oran ve toplam yükümlülük verilerindeki değişimler üzerinden Wilcoxon ve T Testi sınamaları yapılarak anlamlı bir sonucun elde edilip edilemeyeceğine bakılmıştır. Çalışma sonucunda elde edilen sonuçlara göre kargo gelirleri bazında her iki krizinde firmaların geneline yaygın bir etki gösterdiği anlaşılmış, hava kargo taşımacılığının sürdürülebilirliği açısından gelecekteki yaşanması muhtemel kriz süreçlerini en az olumsuz etkilerle yönetilebilmesi için çeşitli önerilerde bulunulmuştur.
Sivil Havacılık
Çalışmamız Amr b. Hişam'ın -bilinen adıyle Ebu Cehil- hayatının ve İslam karşıtı faaliyetlerinin anlatıldığı biyografi niteliğinde bir çalışmadır. Ebu Cehil İslâm Tarihi'nde isminden çokca söz ettirmiş bir şahsiyettir. İslam'ın doğuşundan itibaren müşriklerin yanında yer almış ve İslam'a karşı her türlü faaliyetin içinde bulunmuştur. Yaşadığı dönemde onun bu gayreti müşrikler arasında saygıyla karşılanmıştır. Fakat Ebu Cehil, Müslümanlarca ümmetin firavunu olarak görülmüştür. Onun söz ve fiilleriyle alakalı inen ayetler, olayları yorumlama biçimi, tebliğ faaliyetlerini engellemek için gösterdiği çabalar ve Müslüman olanlara yaptığı eziyetler çalışmamızın ana temasını oluşturmaktadır. Bunların yanında çalışmamızda, Ebu Cehil'in karakteri, Kabilesi ve ailesi hakkında da bilgiler verilecektir.
Biyografi
ÖZET Amaç: COVID-19 pandemisinin yönetiminde önemli sorunlardan biri de sağlık sisteminin kapasitesini aşan acil servis (AS) başvuru oranlarıdır. İlk başvuruda kritik COVID-19 hastalarının erken triajı,AS kalabalığını azaltmak ve hasta yönetimini iyileştirmek açısından önemlidir. Bu çalışmanın amacı AS'ye başvuran COVID-19 hastalarında Rate of Oxygenation (ROX), şok ve diyastolik şok indeksi gibi non-invaziv vital bulgulardan hızla elde edilebilecek değerlerin hastane yatış ve taburculuğu öngörmedeki yerini belirlemektedir. Gereç ve Yöntem:Çalışmamıza Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi acil servisine 11 Mart 2020- 11 Mart 2021 tarihleri arasında başvuran ve COVID-19 tanısı alan ve dahil edilme kriterlerini karşılayan hastalaralındı. Hastaların başvuru anındaki vital bulguları, komorbid hastalıkları (kronik akciğer hastalığı, hipertansiyon, diyabetes mellitus (DM), kalp yetmezliği (KY), koroner arter hastalığı (KAH), kronik böbrek hastalığı (KBH), serebrovasküler olay (SVO)) kaydedildi. Hastaların ROX, Şok ve Diyastolik Şok İndeks değerleri hesaplanarak kaydedildi. Hastalar hastane yatış durumlarına göre taburcu edilenler, servis(ler)e yatırılanlar ve yoğun bakımayatırılanlar olmak üzere üç gruba ayrıldı. Hastane yatışını, yoğun bakım ünitesi (YBÜ) yatışını ve mortaliteyi öngören faktörleri belirlemek amacıyla lojistik regresyon analizi yapıldı. Bulgular "IBM Statistics Package for the Social Sciences version 23.0 (SPSS ver. 23.0)" ile analiz edildi. p değeri <0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular:Çalışmamıza dahil edilen 552 hastanın yaş medianı 63'tür. Hastaların 292 (%52.9)'si erkek, 260 (%47.1)'ı kadındır. Yapılan çok-değişkenli analizlerde COVID-19 hastalarında ileri yaş, erkek cinsiyet, özgeçmişte DM varlığı, diyastolik şok indeksininyüksek oluşu ve ROX indeksinin düşük oluşu hastane yatışını öngörmede istatistiksel olarak anlamlı bulundu. Yine ileri yaş, özgeçmişte SVO öyküsü ve ROX indeksinin düşük oluşu YBÜ yatışını öngörmede istatistiksel olarak anlamlı bulundu. Ayrıca ileri yaş, komorbid hastalıklardan KY, KAH, KBHvarlığı, diyastolik şok indeksinin yüksek oluşu ve ROX indeksinin düşük oluşumortaliteyi öngörmede bağımsız risk faktörleri olarak bulundu. Sonuç:ROX indeksinin düşük oluşu ve diyastolik şok indeksinin yüksek oluşu COVID-19 hastalarının hastane yatışı, YBÜ yatışı, ilk 1 aylık mortaliteyi öngörmede kolay hesaplanabilen, non-invaziv ve kullanılabilir değerli indekslerdir.
Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji
Bu çalışmada insan fetusu dalağının gelişimini ışık mikroskobu ve akım sitometrik analiz ile inceleyerek, morfolojik ve fonksiyonel bakımdan erişkin dalağı ile karşılaştırmak ve yapılacak olan araştırmalara katkıda bulunmak amaçlanmıştır. Çalışma Nisan 1995 - Mart 1997 tarihleri arsında K.T.Ü. Tıp Fakültesi Histoloji - Embriyoloji Anabilim Dalında yapılmıştır. Çalışma grupları intrauterin yaşlan 21,5 -36,1 hafta arasında değişen toplam 42 adet fetus ve 7 adet erişkin otopsi materyalinde oluşturuldu. Kapsül ve trabeküllerdeki bağ dokusu komponentleri, kırmızı-beyaz pulpa gelişimi histokimyasal reaksiyonlarla, dalak hücrelerinin proliferasyon gücü akım sitometrik analizlerle incelendi. Işık mikroskobik çalışmada, kapsül ve trabeküllerin ayrıntılı yapısı, kırmızı-beyaz pulpa farklılaşması, a.sentralis çevresinde lenfosit birikimi ve lenfoid folliküllerinin sayı ve hacim artışı, a.sentralis oluşumu, kapsül ve trabeküllerde kollagen fibril birikiminin fetal gelişimle paralellik gösterdiği tespit edildi. Akım sitometrik analizde S faz (DNA sentez fazı) değerleri ileri fetal haftalarda erken fetal haftalara göre kayda değer ölçüde yüksek bulundu. Bu değerlerin yetişkin dalak örneklerinde düşük olduğu görüldü.
Morfoloji
Türk-İslam Sanatlarında önemli bir yer teşkil eden tezhip sanatı, yüzyıllar boyunca dini kitaplarda süsleme unsuru olarak kullanılmıştır. Biz bu bağlamda Amasya Bayezıt Yazma Eserler Kütüphanesi'nde Yer Alan El Yazması Kur'an-ı Kerim ve Cüzlerdeki süslemeleri tez konusu olarak belirledik. Tezimizdeki amaç, Türk Sanatı'nın önemli bir kolu olan tezhip sanatının Amasya ilinde nasıl bir yansıma bulduğunu ve özellikle İstanbul'da gelişme imkânı bulan bu sanata taşrada yer alan Amasya ilinin katkılarını ortaya çıkarmaktır. Tezimizin giriş bölümünde araştırmanın konusu, amacı, önemi, kapsamı ve nasıl bir çalışma yöntemi izlenildiği, Amasya Bayezıt Yazma Eserler Kütüphanesi'nin tarihçesi, mimarisi ve kütüphanede bulunan yazma eserler hakkında bilgilendirmede bulunduk. Birinci bölümde, tezhibin kelime anlamı, tarihi seyri, nerelerde kullanıldığı, kompozisyon, motif, renk, teknikler ve kullanılan malzemeler hakkında bilgi verdik. İkinci bölümde, katalog kısmında, Kur'an-ı Kerim ve Cüzlerde yer alan süslemeleri renk, kompozisyon ve üslup bakımından inceleyip değerlendirdik. Bu bölümde toplamda altmış yedi eser bulunmakta olup bu eserleri kronolojik sıraya göre anlattık. Kronolojik sıralama hazırlanırken dijital ortamda tarihleri belirtilmiş olan eserler tespit edilmiş; tarihi belli olmayan eserlerde ise süsleme özellikleri, kullanılan renk, motif ve yazı tipine bakılarak tahmini bir tarihlendirmede bulunulmuştur. Sonuç kısmında ise incelediğimiz eserleri süsleme açısından kendi içinde mukayese ederek tezimizin sonucuna vardık. Sonuç olarak, Amasya Bayezıt Yazma Eserler Kütüphanesi'nde Yer Alan El Yazması Kur'an-ı Kerim ve Cüzlerde Anadolu Selçuklularından başlayıp XIX. yüzyıla kadar hemen hemen her döneme ait süslemeler bulunmaktadır. Bu açıdan taşrada yer alan Amasya ilinin tezhip sanatına olan katkıları değerlendirilip sonuca varılmıştır.
El Sanatları
Enerji maliyetlerinin artığı günümüzde ucuz ve çevreye zarar vermeyen yeni kaynak arayışları ve pratik uygulamalara yönelim hız kazanmıştır. Şebeke hatlarından uzak yerlerde kalan tarımsal arazilerin elektrik ihtiyacının karşılanması için en uygun çözüm güneş enerjili sulama sistemlerdir. Bu çalışmada, güneş ısısından termoelektrik modüller kullanarak elektrik enerjisi elde etmek üzere bir jeneratör prototipi tasarımı yapıldı. Prototiple güneşten elde edilen yüksek miktardaki ısı, basit bir sistem sayesinde elektrik enerjisine dönüştürüldü. Bu prototip sulama sistemlerinde kullanılmak üzere test edildi. 20 termoelektrik modül kullanılarak tasarlanan jeneratör ile TEJ yüzeyleri arasındaki ısı farkı 32.8 oC olduğunda kısa devre akımı (RL=0) 1.42 A olarak ölçüldü. RL=15 Ω olduğunda 13.87 A olan TEJ gerilimi 8.1 V olarak ölçülürken yük üzerinden geçen akım 1.1 A olarak ölçüldü. Bu durumda yüke 8.91 W'lık güç aktarıldı. 15 Ω'un altında ve üstündeki değerlerde üretilen güç azaldı. Özel su sirkülatör sistemi devre dışı bırakılarak DA sirkülatör pompası TEJ çıkışlarına bağlandı. TH=94 oC iken TC=61 oC olarak ölçüldü ve pompa TEJ'in kendi ürettiği güçle çalıştırıldı.
Mekatronik Mühendisliği
Dünyada pet hayvan olarak beslenen kedi sayısındaki artış, veteriner hekimlerin de kedi kırıklarıyla daha sık karşı karşıya gelmesine neden olmuştur. Her ne kadar kedi uzun kemik kırıklarının tedavi prensipleri köpeklerdekine benzer ise de ortopedik teknikler açısından hastaya ve kırığa bağlı olmak üzere çeşitli farklılıklar mevcuttur. Bu çalışmada 58 kedide karşılaşılan 71 adet ekstremite uzun kemik kırığının değerlendirilmesi ve tedavi bulgularının paylaşılması amaçlanmıştır. Çalışmaya dahil edilen 58 kedide, arka bacak kırıklarının daha fazla görüldüğü, en sık kırılan kemiğin tibia olduğu ve bunu sırasıyla femur, humerus, antebrachium, radius ve ulna'nın izlediği belirlenmiştir. Olguların %51,72 sinin yüksekten düşme, %36,20 sinin çeşitli travmalara ve %12 sinin de trafik kazalarına bağlı olarak şekillendiği görülmüştür. Uygulanan sağaltım yöntemleri incelendiğinde 54 olguda intramedüller pin, 4 olguda plak ve 1 olguda plak ve pin, 4 olguda caput ve collum femoris rezeksiyonu, 4 olguda bandaj, 3 olguda eksternal fikzasyon ve daha önce opere edilmiş ve komplike olmuş açık enfekte antebrachium olgusunda da amputasyon uygulanmıştır. İki olgu hariç tüm olgularda fonksiyonel iyilişme sağlanmış ve hastalar bacaklarını kullamaya başlamışlardır. Kırık sağaltım yönteminin seçiminde en önemli kriter olarak ekonomik nedenlerin etkin olduğu belirlenmiş ve hasta sahiplerine sunulan alternatifler arasında fiyat uygunluğu sebebi ile büyük bölümünün intramedüller pin uygulamasını tercih ettiği ve plak kullanımını tercih etmedikleri belirlenmiştir. Sonuç olarak, kırık tipine her zaman en uygun sağaltım yöntemini seçmek ekonomik nedenlerden dolayı mümkün olmasa da, seçilen yöntemin doğru şekilde uygulanması ve birkaç yöntemin bir arada kullanılması (intramedüller pin, serklaj, bandaj) ile başarılı sonuçlar almanın mümkün olduğu kararına varılmıştır.
Veteriner Hekimliği
Alt ekstremite tıkayıcı arter hastalıklarında uygulanan tedavi yöntemlerinden biri de femoropopliteal bypassdır. Bypass için kullanılan greftlerin stenoz veya oklüzyonları, sıklıkla extremite canlılığını tehdit eden iskemiyle sonuçlanır. Bu nedenle patensi için greft seçimi oldukça önemlidir. Biz çalışmamızda, şimdiye kadar en çok tercih edilen otolog safen ven ve heparinin ileri teknoloji ile bağlı olduğu propaten greft ile yapılan infrainguinal femoropopliteal bypassları retrospektif olarak inceledik ve 2 yıllık greft açık kalım oranlarının istatiksel olarak benzer olduğunu saptadık. 27 vakada safen greft 27 vakada propaten greft kullanılmış olan çalışmada 2 yılın sonunda hem kadın/erkek, hem de 60 yaş üstü/altı greft açıklık oranlarında istatiksel anlamda fark tespit edilmedi. Araştırmanın sonucunda femoropopliteal bypass operasyonlarında safen venin kullanılamadığı durumlarda özellikle diz üstü yaklaşımlarda protez greft amaçlı öncellikli olarak propaten greftlerin tercih edilebileceğini ve en az safen greft kadar başarılı olduğunu düşünmekteyiz.
Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi
5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile Genel Sağlık Sigortalısı olarak kapsama alınan yoksulların, hiçbir sosyal güvencesi olmayanların ve isteğe bağlı sigortalıların ödeyecekleri primin belirlenmesi için gelir seviyeleri, gelir testi ile tespit edilmektedir. Eğer kişi başına düşen gelir miktarı brüt asgari ücretin üçte birinden az ise birey yoksul sayılmakla birlikte primleri devlet tarafından karşılanmaktadır. Diğer gelir seviyeleri için ise farklı prim tutarları söz konusudur. Çalışmada, mevcut sistemde bireyler arasındaki eşitsizlikler ortadan kaldırılarak daha adil bir prim hesaplama sistemi oluşturulması amacıyla bulanık mantıktan faydalanılmıştır. Prim hesaplanmasında kullanılmak üzere kişi başına düşen aylık kullanılabilir gelir, aylık harcama miktarı ve yaş değişkenleri dilsel ifadelerle bulanıklaştırılmıştır. Ödenecek prim miktarları uzman görüşüne dayanan bulanık kural tabanı ile 2012 yılında TÜİK Hane halkı bütçe anketine katılan 4650 kişi için hesaplanmıştır. Daha sonra hesaplanan bu primler ağırlıklandırılarak Türkiye genelinde 9.749.855 yoksul, hiçbir sosyal güvencesi olmayan ve isteğe bağlı sigortalılardan toplanacak prim miktarları tahmin edilmiştir. Çalışma sonucunda kişi başına düşen gelir miktarını daha doğru yansıtan kişi başına düşen aylık kullanılabilir gelir kullanılarak belirlenen gelir seviyeleri dilsel ifadeler yardımıyla bulanıklaştırılarak daha adil derecelendirmeler sağlanmış ve bireyler arasındaki eşitsizlik giderilmiştir. Ayrıca yüksek gelirli isteğe bağlı sigortalıların avantajlı hale gelmelerini önlemek amacıyla ödenecek prim miktarları gelir ve harcamanın yanı sıra yaş değişkeni de kullanılarak daha adil olarak hesaplanmıştır. Önerilen model ile hesaplanan primler mevcut sistemde toplanan primlerle karşılaştırıldığında toplanan prim miktarı artmış, primleri devlet tarafından karşılanan bireylerin sayısı yaklaşık olarak aynı kalmıştır. Sonuç olarak bulanık kural tabanından faydalanılarak daha adil bir şekilde daha fazla prim toplanacağı sonucuna ulaşılmıştır.
Sigortacılık
ÖZET Modern devletlerin kuruluşundan önce de kısmen varolan kamusal istihdam olgusu sanayi devrimiyle bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, topraklarından kovulan ve kentlerde proletarya safına katılan kitleler, sefalet ücretleriyle, kitlesel işsizlikle, yoksullukla ve açlıkla karşı karşıya kalarak yaşamlarını sürdürmeye çalışırken, bir taraftan da bu koşullara karşı kolektif mücadeleler vererek çeşitli haklar kazanmışlardır. Bu haklar ise "sosyal devlet" anlayışını doğurmuştur. Sosyal devletin bir gereği olarak "kamusal hizmet", bunu sağlamak için ise "kamusal istihdam" ortaya çıkmıştır. Türkiye'de kamuda istihdam edilenler yıllar içerisinde artarak devam etse de kamusal istihdamın nüfusa ve toplam istihdama oranı OECD ülkelerinin oldukça altındadır. Kamusal istihdamın son derece yetersiz olması ekonomik ve sosyal olarak pek çok sorun ortaya çıkarmaktadır. Bu çalışma kapsamında Türkiye'de kamusal istihdamın tarihsel gelişimi, kamusal istihdamın nicel görünümü, Türkiye ve OECD ülkelerinin kamusal istihdam karşılaştırması ve kamusal istihdamın işsizliğe, eğitime, sağlığa, yoksulluğa ve sendikalaşmaya etkileri ayrıntılı bir şekilde ele alınarak konuyla ilgili istatistiksel göstergeler incelenmiştir.
Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri
Osteoporoz önemli bir halk sağlığı sorunudur. Osteoporoz tedavisi ekonomiye ciddi bir yük getirir, vertebral ve vertebra dışı kırıklara yol açarak hastanın yaşam kalitesini düşürür. Bu çalışmada postmenopozal kadınlarda osteoporoz sıklığını, osteoporoz risk faktörlerini gözden geçirmeyi ve DSÖ kırık risk değerlendirme skalasını (FRAXR) kullanarak 10 yıllık major OP ve kalça kırıklarını değerlendirmeyi amaçladık.8.2.Gereç ve YöntemKesitsel tipteki bu analitik araştırma Aile Hekimliği polikliniğine başvuran en az bir yıldan beri menopozda olan 340 kadında yapıldı. Katılımcılara sosyodemografik özelliklerini ve OP risk faktörlerini içeren bir anket formu uygulandı. Ayrıca kilo, boy, bel ve kalça çevreleri ölçüldü. Hastaların lomber vertebra (L1-L3 ve L2-L4) ve proksimal femur (femur total, femur trokanter ve Wards üçgeni) KMY'si DEXA yöntemi ile belirlendi. KMY invazif olmayan, 10-15 dakikada yapılabilen klinik olarak geçerliliği ispat edilmiş olan bir metottur. DEXA ölçümünden elde edilen t- skoru aynı cinsiyette normal genç kişilerin ortalama KMY (SD)'si ile mukayesesini gösterir. T skoru >-1 ise normal olarak, T skoru -1 ile -2.5 arasında ise düşük kemik yoğunluğu veya osteopeni olarak, T skoru <-2.5 ise osteoporoz olarak değerlendirildi. Katılımcıların risk faktörlerini ve KMY'lerini göz önünde bulundurarak ve FRAXR risk değerlendirme skalası kullanılarak 10 yıllık major osteoporotik ve kalça kırığı riskleri hesaplandı. Major OP kırık için <%10.0 ise düşük risk, %10.0-20.0 arası orta risk, >%20.0 ise yüksek risk olarak, kalça kırığı için <%5.0 ise düşük risk, %5.0-10.0 arası orta risk, >%10.0 ise yüksek risk olarak belirlendi.Çalışmada elde edilen bulgular değerlendirilirken, istatistiksel analizler için SPSS (Statistical Package for Social Sciences) for Windows 13.0 programı kullanıldı, p değerinin <0.05 olması anlamlı olarak kabul edildi.8.3.BulgularÇalışmamızda kadınların yaş ortalamaları 57.5±7.8 yaş, femur boyun, L1-L4 ve femur trokanter DEXA sonuçları ortak değerlendirildiğinde olguların 47'si (%13.8) osteoporotik, 177'si (%52.1) osteopenik, 116'sı (%34.1) normal olarak bulundu. Yaş ve menopoz süresi arttıkça OP sıklığı artarken (p=0.000), BKİ arttıkça OP sıklığı azalıyordu (p=0.000). Eğitim düzeyi düştükçe OP sıklığı artmıştı (p=0.003), kentlerde yaşayanlarda OP sıklığı kırsal kesimde yaşayanlara göre (kasaba, köy) daha yüksekti (p=0.020), aktiviteleri arttıkça OP sıklığı azalmıştı (p=0.001). OKS kullanma öyküsü olanlarda olmayanlara göre OP sıklığı anlamlı derecede düşüktü (p<0.05). KMY'li majör OP kırık riski, KMY'li kalça kırığı riski, KMY'siz majör OP kırık riski, KMY'siz kalça kırığı riski ile OP sıklığı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki vardı (p<0.05). Sigara, alkol kullanımı, geçirilmiş kırık öyküsü, ebeveynde kalça kırığı, glukokortikoid kullanımı, RA, KRF sayısı ile OP sıklığı arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0.05). KMY'li majör OP kırık için %94.7'si düşük, %5.0'i orta, %0.3'ü yüksek riskli grubu, KMY'siz majör OP kırık için %91.8'i düşük, %7.6'sı orta, %0.6'sı yüksek riskli grubu oluşturuyordu. KMY'li kalça kırığı için %97.9'u düşük, %1.8'i orta, %0.3'ü yüksek riskli grubu, KMY'siz kalça kırığı için %97.1'i düşük, %2.3'ü orta, %0.6'sı yüksek riskli grubu oluşturuyordu.8.4.SonuçOsteoporoz ve buna bağlı kırıklar önemli sağlık sorunlarıdır. Postmenopozal kadınlarda osteoporozun erken tanınması, erken tedavisi ve önlenmesi için risk gruplarının belirlenmesi, kırık riskinin önceden tespit edilmesi, osteoporoza bağlı morbidite ve mortalitenin engellenmesinde, sağlık giderlerinin azaltılmasında önemli bir rol oynar.
Aile Hekimliği
- 37 - ÖZET "Yetişkin Türk Kadın ve Erkeklerinde Üst Ekstremite Ölçüleri ve Oranları" konusunda yaptığımız ölçümler; fiziksel kusuru bulunmayan, yasları 25-35 arasında değişen 227 erkek ve yasları 20-35 arasında değişen 100 kadın birey olmak üzere toplam 327 birey üzerinde gerçekleştirilmiştir. Ölçüm uzaklıklarinı belirlemede kullanılan sabit noktaların deri üzerinden palpasyonla kolaylıkla bulunabilen kemik oluşumlar olmasına özen gösterildi. Ölçüm aleti olarak "Anatomik kumpas" (Şekil 1) ve mezura kullanıldı. Ölçümler anatomik pozisyonda yapıldı ve değerler cm olarak ifade edildi. Ölçüm sonuçları erkek ve kadınlarda ayrı ayrı tablolar halinde düzenlendi (sayfa 41-54). Her bir ölçüm değerinin ve bunların birbirlerine göre oranlarının "aritmetik ortalama" ve "standart sapma"larından oluşan biometrik değerlendirme sonuçları da erkek ve kadınlarda ayrı ayrı tablolar halinde gösterildi (Tablo 1, 2, 3, 4). Bulduğumuz sonuçlar diğer araştırmacıların verileriyle karşılaştırıldı. Toplumumuzda boy uzunluğunun giderek artmak ta olduğu görüldü. El uzunluğu ye buna bağlı orantılar, distal bilek büklümü ile Art.metacarpophalangeal eklemler arası uzun luk yabancı araştırmacılarınkinden büyük, diğer ölçümler ise- 38 - daha küçük olarak tesbit edildi. Diğer araştırmacıların bulgularında gösterilen bazı eşitlikler bizim çalışmamızda da saptandı. Bunlar; Acromion - radiale = radiale - dactylion 3. parmak uzunluğu = baş uzunluğu/2 El uzunluğu = humerus uzunluğu/2 Radius uzunluğu = 2/3 humerus uzunluğu Brachial index erkeklerde % 78, kadınlarda % 80 bulun muştur. Ayrıca literatürde karşılaşılmayan bazı ölçüm değerleri toplumumuzdaki ortalama değerleri göstermektedir.
Morfoloji
Bu çalışmada 2001-2012 yılları arası Trakya ve Anadolu'dan toplanan Tryphoninae (Hymenoptera: Ichneumonidae) örnekleri değerlendirilmiş ve teşhisleri yapılmıştır. Ayrıca Türkiye Tryphoninae türleri ile ilgili tüm literatür verileri derlenerek bir kontrol listesi oluşturulmuştur. Tespit edilen türlerden Netelia (Netelia) thoracica (Woldstedt,1880), Polyblastus (Polyblastus) pinguis (Gravenhorst,1820), Polyblastus (Polyblastus) tuberculatus Teunissen,1953, Tryphon (Stenocrotaphon) obtusator (Thunberg,1824) ve Tryphon (Symboethus) heliophilus Gravenhorst, 1829 Türkiye faunası için yeni kayıttır. Yeni kayıtlarla birlikte Türkiye Tryphoninae tür sayısının 87 olduğu tespit edilmiştir.
Zooloji
Bu araştırma, U.S. GAAP ve UFRS sistemlerinin geçmişe ilişkin gelişim süreci konusunda bilgi, ilgili kural ve standartların varlıklar, kaynaklar, gelir, gider, değerleme, genel özellikli işlemler, raporlama ve sunum temelinde belirgin benzerliklerine ve ayrımlarına ilişkin açıklamaları ve üretim işletmesine ilişkin muhasebe işlemlerini ve raporlamaları içeren bir uygulama örneği aracılığı ile, ilgili benzerlik ve farklılıkların gösterimini içermektedir. Yapılan değerlendirme sonucunda U.S. GAAP düzenlemelerinin kural temelli ve işletme odaklı olan daha ayrıntılı bir içerik sağladığı ve buna bağlı olarak uygulamada genel olarak daha çok ayrıntı içerdiği, UFRS düzenlemelerinin ise daha çok yatırımcı odaklı olarak ve bütüncül yaklaşımlı standartlar bazında oluşturulduğu düşünülmektedir.
Maliye
Bu çalışmada 30-50 yaşları arasındaki normal ve obez sınırındaki erkek bireylerin anestezi öncesi ve sonrası lipid peroksidasyon, antioksidan vitaminler ve GH/IGF-1 sistemi üzerine etkileri araştırıldı. Çalışma cerrahi rahatsızlığı dışında hiçbir şikayeti bulunmayan bireylerin BKİ'leri hesaplanarak 11 normal ve 12 obez sınırındaki toplam 23 birey üzerinde gerçekleştirildi. Bireylerden anestezi öncesi ve sonrasında sabah aç karnına venöz kan alınarak MDA, GH, IGF-1, IGFBP-3, AKŞ, İnsülin, Vitamin A, E ve C değerlerine bakıldı. Analizler sonucunda normal ve obez sınırındaki gruplar arasında anestezi öncesi ve sonrası lipid peroksidasyon göstergesi olan MDA değerleri ile antioksidan vitaminler arasında farklılıklar gözlenmiştir. Normal bireylerin anestezi öncesi ve sonrası MDA değerleri istatistikî olarak önem gösterirken, obez sınırındaki bireylerde değişme olmadığı gözlenmiştir. Diğer parametreler açısından bir farklılık gözlenmezken obez sınırındaki bireylerde antioksidan özellik gösteren vitamin değerlerinin yüksek olması bu gruptaki lipid peroksidasyon seviyesinin düşüklüğünden sorumlu olabilir.
Anestezi ve Reanimasyon
İş sürekliliği; işletmelere yönelik potansiyel olağandışı tehlikeleri tanımlayan, analiz eden ve etkilerini açıklayan, ortakların ve paydaşların çıkarlarını gözeten, marka değerini ve itibarını koruyan bir yaklaşımdır. Tüm sektörlerde olduğu gibi catering sektöründe de iş sürekliliği reaktif bir kriz yönetimi anlayışından proaktif bir yaklaşıma geçişi sağlayan yeni bir kavram olarak karşımıza çıkmıştır. Bununla birlikte catering sektörü proaktif bir sistem yaklaşımı olan Gıda Güvenliği Yönetim Sistemini (GSYS) uygulamaktadır. Tez çalışması ile catering sektörü yöneticilerinin iş sürekliliği algılarının ve iş sürekliliği zorluklarının belirlenmesi amaçlanmıştır. Bu amaçla bir araştırma modeli ve buna bağlı hipotezler oluşturulmuştur. Kullanılması düşünülen ölçek için uyarlama çalışması yapılmış, hipotezlerin ve zorlukların test edilebilmesi için anket ve odak grup görüşmeleri tasarlanmıştır. Türkçe 'ye uyarlanan ölçek 315 katılımcıya uygulanmış, elde edilen veriler üzerinden açıklayıcı faktör analizi (AFA) ve doğrulayıcı faktör analizleri (DFA) gerçekleştirilmiştir. Yapılan faktör analizleri sonucu 16 sorudan oluşan ölçek yapısı ortaya çıkmıştır. Catering sektörü için uyarlanan "İş Sürekliliği Algısı" anketi uygulanmış ve verilerin değerlendirilmesi ile hipotezler test edilmiştir. Odak görüşmesinin içerik analizi sonucu yöneticilerin iş sürekliliği algısı dört ana temada ve iş sürekliliğine hazır olmada tespit edilen zorluklar sekiz ana zorluk temasında toplanmıştır. Sonuç olarak catering yöneticilerinin iş sürekliliği algılarının ve zorluklarının çerçevesini oluşturacak birçok faktörün olduğu ortaya çıkmış ve biçimsel, anlamsal ve teknik boyutlarının olduğu görülmüştür.
Gastronomi ve Mutfak Sanatları
Uluslararası Yönetsel Sistemler ve Değerler; hızla gelişen iletişim ve ulaşım araçları sayesinde, dünyadaki tüm ulusları, yalnız ekonomik ve teknolojik alanlarda değil, aynı zamanda, siyasal, kültürel ve hukuksal açıdan da birbirine yakınlaştırmakta ve dolayısıyla `kültürel dönüşümlere' neden olmaktadır. Ulusal Devletlerde bu dönüşümler; çelişkiler, eşitsizlikler, bölünmeler ve sosyo-ekonomik sorunlar yaratmaktadır. Farklılıkların artması, siyasal yapının yetersizliğiyle, alt kimlik arayışlarını körüklemektedir. Bu nedenlerle Uluslararası Yönetsel Sistemler ve Değerlerin doğrudan ve dolaylı etkileri, Türk Kamu Yönetimini büyük değişikliklere neden olacak tarzda, etkilemiştir ve etkilemeye devam etmektedir. Yönetsel Sistemlerden, özellikle, küreselleşmenin yayılması ile beraber, tepki niteliğinde, etnik milliyetçilik ve ayrılıkçı hareketler ile bölgecilik yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu gelişmeler, örgütlenme ve kendini ifade etme fırsatı bulmuştur. Küresel ve bölgesel baskılar dışardan, etnik ve yerel baskılar ise içerden Ulus-Devletleri tehdit etmektedirler. Bilgi toplumu, bu gelişmelerle, bir bakıma, Ulus-Devletlerin yeniden yapılanma ihtiyaçlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bütün bu gelişmelerin yanı sıra, karşılıklı bağımlılığın ve etkileşimin artmasıyla, dünya yeniden yapılanmaya başlamıştır. Bilgi teknolojilerine ve uluslar arası sermayeye dayanarak, önce, bölgesel kuruluşlar oluşturma, sonra ise, bütün dünyada bütünleşme gerçekleşeceği beklentisi ve varsayımı ile her Ulus-Devletin kendi bünyesine uygun, ancak, ?hükümranlık haklarını? koruyacak tedbirleri, en kısa zamanda hayata geçirmesi gerekmektedir
Türk İnkılap Tarihi
Lojistik Regresyon, bağımsız değişkenlerin sonuç değişkenler üzerindeki etkilerinin olasılıklarını hesaplayıp risk faktörlerinin olasılıklarını belirler ve bir ya da daha çok bağımsız değişkenle sonuç arasında bir model kurar. Ancak bağımsız değişkenler arasında çoklu bağlantı olması bağımlı değişkenlerin tahminini ve bağımsız değişkenlerin katsayılarının yorumlanmasını etkileyebilir. Bu veri kümelerinde performansı artırmak için cezalı regresyon (penalized regression) yöntemleri uygulanabilir. Literatürde major yanığı olan hasta grubunun sonuçlarını değerlendiren çalışmaların az olması nedeniyle bu hasta grubunda ikili lojistik regresyon yöntemi kullanılarak kan ürünleri ve hasta takip parametrelerinin mortalite ile ilişkisinin araştırılması ayrıca Ridge lojistik regresyon yöntemiyle yeni tahmin modeli kurulması amaçlanmıştır. Parametrik olmayan yöntemler kullanılarak hastaların taburculuk durumda istatistiksel olarak anlamlı fark gözlenen yaş, yanık yüzdesi, yanık derecesi, baş boyun yanığı, hastanede kalış süresi, yoğun bakımda kalış süresi, mekanik ventilasyona süresi, diyaliz, yara yeri enfeksiyonu, ameliyat sayısı, pansuman sayısı, yoğun bakımda kullanılan eritrosit süspansiyonu, yoğun bakımda kullanılan trombosit süspansiyonu ve yoğun bakımda kullanılan albümin sayısı, ameliyathanede kullanılan eritrosit süspansiyonu, ameliyathanede kullanılan taze donmuş plazma ve ameliyathanede kullanılan trombosit süspansiyonu sayısı, servis eritrosit süspansiyonu ve servis taze donmuş plazma süspansiyonu modelin bağımsız değişkenleri olarak belirlendi. İkili lojistik regresyon yöntemi ile yoğun bakım trombosit süspansiyonu (0,770(0,596-0,995)) (Odds Oranı(%95 Güven Aralığı)), hastane kalış süresi(1,723(1,303-2,278)), yoğun bakım kalış süresi (0,632(0,461-0,865)), yaş(0,840(0,732-0,964)) ve hemodiyaliz(47,568(3,273-691,282)) mortaliteyle ilişkili bulundu. İkili lojistik regresyon modeline seçilen değişkenler Ridge lojistik regresyon yöntemi ile değerlendirildiğinde modelde tüm parametreler anlamlı bulundu. İkili lojistik regresyon yönteminin modelde değişkenleri doğru sınıflandırma yüzdesi %98,3, Ridge lojistik regresyonun %80 olarak bulundu. Sonuç olarak modelde en önemli olanların seçilmesi yerine mortalite ile ilişkili olabilecek tüm parametrelerin değerlendirilmesi kanaatindeyiz. Bu nedenle sınıflama tablosunda ikili lojistik regresyon modelinden daha düşük doğruluğu olsa bile yeterli bir sınıflama olması ve modele tüm değişkenlerin dahil edilmesi sebebiyle çoklu bağlantı olan durumlarda Ridge lojistik regresyon yönteminin kullanılmasını öneriyoruz.
Biyoistatistik
VI - ÖZET Nitrojen mustard (NM) alkilleyici bir ajandır. Kanser kemoterapisinde kullanılmaktadır. Kimyasal savaş ajanı olan sülfür mustardın kimyasal benzeridir. En sık maruziyet yolları cilt, göz ve akciğerdir. Bu çalışmanın amacı sıçanlarda cilt yoluyla NM uygulaması sonrası hiperbarik oksijenin (HBO) ve E vitaminin etkinliğinin araştırılmasıdır. Sıçanlar 5 gruba ayrıldı. (A) Kontrol, (B) NM, (C) NM+HBO, (D) NM + E vitamini, (E) NM + HBO + E vitamini. Bu amaçla sıçanların vücut ağırlık kayıpları, cilt lezyonlarının histopatolojisi, akciğer lipid peroksidasyon düzeyi, ortalama sağkalım süreleri karşılaştırıldı. Akciğer lipid peroksidasyon düzeyi akciğer dokusunda malondialdehit (MDA) ölçümü ile değerlendirildi. Grup B, C ve E'nin akciğer MDA düzeyleri Grup D ve kontrol grubu ile karşılaştırıldığında anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.05). Grup C akciğer MDA düzeyleri Grup B'den anlamlı olarak yüksekti (p<0.05). Grup D'nin akciğer MDA düzeyi kontrol grubuna göre yüksekti ama bu istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05). NM uygulanan dört grubun (B,C,D,E) vücut ağırlık kayıpları kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksekti (p<0.01). Gruplarda görülen vücut ağırlık kayıpları sırasıyla OB>E>D>A şeklindedir. Grup B ve C arasındaki fark anlamlıydı (p<0.05) Grup B ve C'nin vücut ağırlık kayıpları Grup D'ye göre anlamlı derecede yüksekti (p<0.05). Ortalama sağkalım süreleri karşılaştırıldığında sıralama Grup A>D>E>B>C şeklindedir. NM+HBO grubunda ortalama sağkalım süresinin anlamlı derecede kısaldığı gözlendi. NM uygulanan gruplar arasında cilt histopatoloji açısından belirgin bir fark görülmedi. Grup D epidermal nekroz ve ülser açısından Grup B, C ve E'den daha iyiydi (p<0.05). NM uygulaması sonrası E vitaminin faydalı etkileri daha öncede bildirilmiştir. Bizim çalışmamızda da E vitamini vücut ağırlık kaybını azaltarak, akciğer lipid peroksidasyonunu engelleyerek, ortalama sağkalım süresini uzatarak faydalı etkiler göstermiştir. Bu etkisi NM toksisitesine bağlı hücre içinde artan reaktif oksijen radikallerine karşı antioksidan etki göstermesine bağlanabilir. HBO'nun akciğer, beyin, karaciğer ve diğer dokularda oksidatif strese neden olduğu bilinmektedir. NM maruziyetinin de hücre içi antioksidan savunma sistemlerini zayıflattığı bildirilmiştir. Bundan dolayı erken dönemde HBO uygulanmasının NM'a bağlı toksik etkileri oksidan stres yoluyla artırdığı düşünülmektedir. E vitamini eklendiğinde HBO'nun toksik etkileri azaltılabilmektedir. Cilt yoluyla NM maruziyeti sonrası geç dönemde HBO'nun nasıl bir etki ortaya çıkaracağı bilinmemektedir. Antioksidan desteği ile birlikte HBO uygulanmasının NM'a bağlı cilt lezyonları üzerine olumlu etkiler gösterebileceğini düşünüyoruz. Bu konuda ileri çalışmalara gerek duyulmaktadır. 40
Deniz ve Sualtı Hekimliği
Çalışmanın amacı beden eğitimi öğretmenlerinin mesleki görevlere yönelik ders dışı zaman kullanımı ile zaman yönetimi arasındaki ilişkinin değerlendirilmesidir. Diğer bir amacı ise seçilmiş değişkenlerin; cinsiyet, yaş, kıdem, sınıf düzeyi ve öğrenci sayısı mesleki görevlere yönelik ders dışı zaman kullanımı ile zaman yönetimi arasındaki farklılıkların incelenmesidir. Araştırma; nicel araştırma modeline göre tasarlamış olup, mevcut durumu ortaya çıkartmayı amaçlayan betimsel ve ilişkisel taramaya yönelik bir yöntem tercih edilmiştir. Araştırmanın evrenini, İstanbul Anadolu yakasında görev yapan beden eğitimi öğretmenleri oluşturmaktadır. Araştırmanın örneklem grubunda kolayda örnekleme yöntemi ile belirlenen, Ataşehir – Ümraniye ve Çekmeköy ilçe sınırları içerisinde görev yapan 260 beden eğitimi öğretmeni oluşturmaktadır. Katılımcılara tanımlayıcı form, Mesleki Görevlere Yönelik Ders Dışı Zaman Kullanımı Ölçeği ve Zaman Yönetimi Ölçeği uygulanmıştır. Elde edilen veriler SPSS 25.0 paket programına girilmiş ve analizler bu program aracılığı ile yapılmıştır. İstatistiksel analiz olarak Mann Whitney-U ve Kruskal Wallis analizi uygulanmıştır. İlişki düzeylerini belirlemek için Spearman Korelasyon Analizi, tercih edilmiştir. İstatistiksel olarak p<0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir. Sonuç olarak mesleki görevlere yönelik ders dışı zaman kullanımı toplam skoru ile zaman yönetimi toplam skoru arasındaki ilişkinin yönü ve düzeyi incelendiğinde yüksek düzeyde, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır. Bulgulara göre ders dışı zaman kullanımı arttıkça zaman yönetimi de bu paralellikte yükselmektedir.
Spor
2004 yılı sonundan bu yana Türkiye yoğun bir müzecilik etkinliğine şahit oluyor. 1990'lı yıllardan bu yana kültür hayatında görülen kurumsal düzeyde hareketlilik en ciddi noktasına bu dönemde açılan özel müzelerle girmiş durumdadır. Açılan müzelerin her birisi belirli vakıf, kişi veya holding koleksiyonlarına dayanarak tarihsel dizgeler oluşturmaktalar. Tarihsel açıdan kültürü koruyan kurum olarak gelişen Türkiye müzeciliği özel müzelerle birlikte kültürün üretildiği, yaşandığı, paylaşıldığı kurumlar olma yönünde bir olanak yakalamıştır. Açılan her müze kendini temellendirdiği zemini kurumsal deneyim ve birikimleri açısından netleştirecektir. Henüz kurumsallaşabilme açısından ilk adımlarını atan bu müzelerin kendilerini ifade ettikleri küratöryel zemin hayati önem taşımaktadır. Çağdaş müzecilik anlayışı içerisinde müzenin misyon ve vizyonlarla belirlenmiş, temel sorumluluk alanları açısından temel görevleri benimsemiş, uzmanlaştığı sanat tarihsel alanı kendisine ve kamuoyuna duyurmuş olması ve bir koleksiyon yönetim politikası ekseninde uzmanlık alanına temel yaklaşımını beyanlarla ifade etmiş olması gerekmektedir. Bu doğrultuda özel müzelerin küratöryel etkinlik çerçevelerini hem teorik hem de uygulama açısında iyi oluşturmuş olması çok önemlidir. Popüler anlamda küratöryel etkinlikten ya da küratöryel görevden sergi yapımcılığını anlayan bir ortamda kurulan özel müzelerin söz konusu kavramın tarihsel ve müzeolojik çerçevesini kendi uygulamalarına yansıtmaları zorunludur.Bu tez çalışması yakın tarihte kurulmuş olan Türkiye özel müzelerinden İstanbul modern sanat müzesi, Pera Müzesi ve Sakıp Sabancı Müzesi'nin küratöryel etkinlik açısından incelenmesi amacını taşımaktadır. Bu doğrultuda müze küratöryel etkinliğinin kapsamının müzeolojik açıdan saptanması gerektiği fikrinden hareket edilmiştir. Devamında söz konusu 3 özel müzenin her biri kendi kapsamında incelenmiştir. Bu müzelerin küratöryel etkinlikleri organizasyon yapıları ve müze temel sorumluluk etkinlikleri temelinde saptanmaya çalışılmıştır.
Müzecilik
ÖZET Günümüzde tüketicilerin yaşam tarzının değişmesi taze ve kolay tüketilir gıdalara talebi arttırmaktadır.Hazır köfteler de en çok rağbet edilen gıda maddeleri arasında yer almaktadır. Gıdalarda mikrobiyel güvenilirliği sağlamak ve raf ömrünü arttırmak açısından laktik asit ve derivatlan doğal bir alternatif olarak görülmektedir. Bu araştırma pişirilmeye hazır, soğutularak veya dondurularak satışa sunulan hazır köftelerin mikrobiyolojik kalite ve raf ömrüne sodyum laktatın etkisini araştırmak amacı ile yapılmıştır. Araştırmada usulüne uygun hazırlanan İnegöl köfte hamuruna; %0.5, %1 ve %2 sodyum laktat ilave edildi. Şekil verildikten sonra ambalajlanan köfte örnekleri soğutularak ve dondurularak muhafaza edildi. İnegöl köfte örnekleri 4 °C'de 10 gün ve -18 °C'de 3 ay muhafaza edildi. Muhafaza süresi boyunca periyodik şekilde köfte örnekleri; toplam aerop mezofil mikroorganizma, psikrofîl bakteri, Pseudomonas spp., koliform bakteri, S.aureus, CPerfringens ve küf-maya yönünden analiz edildi. Ayrıca örneklerin su akrivitesi ve amonyak tayini yapıldı. Duyusal analiz bulguları ve amonyak miktarı sonuçlarına göre, kontrol grubu ile karşılaştırıldıkları zaman sodyum laktatın; %0.5 ilave edilen örneklerde 2 gün, %1 ilave edilenlerde 4 gün ve %2 ilave edilen örneklerde ise 6 günden daha fazla raf ömründe artış sağladığı görüldü. Sodyum laktatın; toplam aerop mezofil mikroorganizma, psikrofil bakteri Pseudomonas spp., S.aureus ve CPerfringens sayısında önemli redüksiyon sağladığı görüldü. Koliform bakteri sayısında önemli düzeyde inhibisyon sağlayamadığı ancak %2 sodyum laktat ilavesinin bu bakterilerin sayısında artışı önlediği tespit edildi. Özellikle mayalar üzerine sodyum laktatın etkisinin çok az olduğu görüldü. Sodyum laktatın hazır köftelerde su aktivitesini düşürdüğü tespit edildi. Bu araştırma ile pişirilmeye hazır İnegöl köfte örneklerine, doğal bir katkı maddesi olan sodyum laktat ilavesi ile birçok patojen ve bozulma bakterisinin inhibe edilerek mikrobiyolojik kalite ve raf ömründe artış sağladığı sonucuna varıldı. 66
Besin Hijyeni ve Teknolojisi
Defli'de Apollon tapınağı; üzerinde masum bir yazı : `Kendini tanı'. İşte aktörlük sanatının kavramsal temeli.Tüm bu araştırma boyunca bir sürü terimle karşılaşılacak, yapılması gereken bir sürü aşama görülecektir. İdea, üstün amaç, amaçlar, istekler, coşku belleği? Bunları kusursuz bir şekilde araştırmak, yazarı ve rejisörü anlamak bir aktörün ödevidir. Hepsi de Stanislavski'nin bahsettiği `rolü yaşama' için yapılmalıdır ve yapılmak zorundadır. Bunlara rağmen bir aktörün esas görevi nihayetinde ?yapmak?!İşte bu metin okuması boyunca görülecekler; bir aktörün sahnede rolü yaşamak için sırayla yapması gerekenlerdir. Rolün fiziksel eylem analizini yapmak, bunları kanıtlamak, sihirli eğerler aracılığıyla doğru soruları, doğru sırada sormak ilk adımdır. Rolün dokusunu oluşturan duyguları kendinde keşfetmek, onun çizgisi içerisinde kendini tahlil etmek ve bulunanları eyleme dökmek yani kendini tanımak ise ikinci aşamadır. Bu aşamalar çalışma boyunca F. Durrenmatt'ın `Fizikçiler' adlı oyunu çerçevesinde gerçekleştirilecek ve `Newton' karakteri üzerinde uygulanacaktır.Tüm bunlardan sonra sahneye çıkacak rol iyi de olabilir kötü de, çirkin de olabilir güzel de ancak doğru olacağına şüphe yoktur.
Sahne ve Görüntü Sanatları
Eski Yugoslavya içerisindeki Bosna-Hersek Cumhuriyeti, etnik açıdan çok çeşitli bir yapıya sahiptir. Ülke nüfusunun %48'i Boşnak, %37'si Sırp ve %14'ü Hırvat'tır. Yugoslavya lideri Josip Broz Tito'nun ölmesi ve Sırp lider Miloseviç'in iktidarı ele geçirmesinden sonra Yugoslavya dağılmıştır. Bünyesinde barındırdığı cumhuriyetler bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Etnik karmaşıklık ve artan milliyetçiliğin etkisiyle, 1992 yılında Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar arasında Bosna-Hersek Savaşı başlamıştır. 1995 yılının Temmuz ayında BM tarafından güvenli bölge olarak ilan edilen Srebrenitsa'da Sırplar, Müslüman Boşnaklara karşı acımasız bir soykırım gerçekleştirmişlerdir. Yoğun ölümlerin sonucunda NATO güçleri bölgeye yönelik bir hava operasyonu düzenlemiştir. Geç kalınmış bir NATO müdahalesinin ardından 14 Aralık 1995'te Dayton Anlaşması imzalanmış ve iç savaş sona ermiştir. Bosna-Hersek Savaşı ve Srebrenitsa soykırımında uluslararası örgütler olan BM, NATO ve AB'nin oldukça etkisiz kaldığı ve gerekli tepkiyi vermedikleri görülmüştür. Yaptıkları faaliyetler yetersiz ve başarısız olmuştur. BM uluslararası alandaki prestijini önemli ölçüde sarsmıştır.
Uluslararası İlişkiler
Dermoskopi, dermatolojide başlıca melanomun erken tanısında, pigmente deri lezyonlarının ayırıcı tanısında ve çıplak gözle görülemeyen vasküler yapıların değerlendirilmesinde kullanılmaktadır.Yakın zamandaki çalışmalar, saçlı deri dermatozlarında dermoskopinin klinik bulguların tanıda yeterli olmadığı ve patolojik verilerin yol gösteremediği durumlarda tanının doğrulanmasında bir metot olarak kullanılabileceğini göstermiştir. Dermoskopi saçlı deri ve saçların hızlı, detaylı ve invazif olmayan bir şekilde görüntülenmesine olanak sağlamaktadır.Bu çalışmada saçlı deriyi tutan dermatozlarda dermoskopi yöntemi kullanılarak bulguların değerlendirilmesi, tanı ve ayırıcı tanıda belirleyici özelliklerin tanımlanması amaçlanmıştır. Çalışmaya öykü ve klinik bulgularla saçlı deride psoriyazis, sebopsoriyazis ve ekzema seboreikum tanısı alan 46 olgu, biyopsilerle sikatrisyel alopesi tanısı alan 20 olgu, öykü ve klinik bulgularla nonsikatrisyel alopesi tanısı alan 54 olgu ve saçlı deride dermatolojik şikayet tanımlamayan benzer yaş grubundan 50 hastalık bir kontrol grubu alınmıştır. Hastaların saçlı derilerindeki lezyonlu bölge ve lezyonsuz frontal, parietal, oksipital bölgelerine, kontrol hastalarının frontal, parietal, oksipital bölgelerine Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı bünyesinde bulunan dijital dermatoskop (MoleMax II) kullanılarak dermoskopik bakı yapılmış, özellikler kaydedilmiştir.Çalışmamızda psoriyazisis, sebopsoriyazis, ekzema seboreikumda saçlı deride kıvrımlı kırmızı ilmek izlenmesi istatistiksel olarak anlamlı saptanmıştır. Özellikle psoriyazis hastalarında, saçlı deri dermoskopisinde kıvrımlı kırmızı ilmek görülme oranı daha yüksek bulunmuştur. Alopesi areata, androgenetik alopesi ve diskoid lupus eritematozus tanılı hastaların güneşe maruz kalan alopesik alanlarında bal peteği pigment paterni izlenmiş olup kontrol grubunda ve psoriyazis, ekzema seboreikum, sebopsoriyazis tanılı hastalarda bu patern izlenmemiştir. Sarı noktalar alopesi areata ve androgenetik alopesili hastalarda izlenmiş olup telogen effluviumlu hastalarda izlenmemiştir. Nonsikatrisyel alopesi grubunda sarı nokta görülme olasılığı sikatrisyel alopesi grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Çalışmamızda alopesi areatalı hastalarda kadaverize saç %83,3, distrofik saç %33,3 ve ünlem işareti saç, %55,6 oranlarında izlenmiştir. Bu bulgular diğer saçlı deri dermatozlarında izlenmemiştir. Beyaz noktalar liken pilanopilaris ve akne keloidalis tanılı hastalarda izlenmiş olup, nonsikatrisyel alopesi grubunda gözlenmemiştir. Sikatrisyel alopesi grubunda beyaz nokta görülme olasılığı nonsikatrisyel alopesi grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur.Elde ettiğimiz veriler dermoskopinin; sikatrisyel ve nonsikatrisyel alopesilerin ayırımında, nonsikatrisyel alopesilerin ayırıcı tanısında, ayrıca psoriyazisin, ekzema seboreikum ve diğer dermatozlardan ayırımında faydalı bir teknik olduğunu desteklemektedir.
Dermatoloji
Bu çalışmada, Türkiye' de üretilen bazı levhaların formaldehit emisyonlarının belirlenmesi amaçlanmıştır. Çalışmada ham, melamin kaplanmış, PVC kaplanmış ve boyalı (beyaz poliüretan lake) 18 mm yonga levha, lif levha ve kontrplak levhalar kullanılarak oda metoduna (TS EN 717-1) ve gaz analiz metoduna ( TS EN 717-2) göre formaldehit emisyonları belirlenmiştir. Ayrıca melamin kaplı lif ve yonga levhaların da ve gaz analiz metodlarına göre zaman içinde formaldehit emisyonlarındaki değişimler tespit edilmiş ve formaldehit salınımının insan sağlığına olan etkileri vurgulanmıştır. Çalışma sonucunda; oda metoduna göre en düşük formaldehit emisyonu sıra ile boyanmış kontrplak, yonga levha ve lif levhada tespit edilmiştir. Gaz analiz metoduna göre ise formaldehit emisyonu boyanmış yonga levha, kontrplak ve lif levhada tespit edilmiştir. Ayrıca melamin kaplı yonga ve lif levhaların formaldehit emisyonlarının oda metodunda deneye başlandığından itibaren 16. günde içerisinde denge durumuna geldiği tespit edilmiştir. Gaz analiz metoduna göre de 3. aydan itibaren emisyonun azaldığı 7. ayda en düşük seviyelere geldiği tespit edilmiştir. Buna göre boyanmış yonga levha ve kontrplak düşük formaldehit emisyonundan dolayı, iç mekânda kullanılacak mobilyaların yapımında tercih edilmesi sağlık açısından önemlidir. Anahtar sözcükler: Ahşap esaslı levhalar, formaldehit emisyonu, oda metodu, gaz analiz metodu.
Ağaç İşleri
Günümüzde çevresel ve sosyal kaygılar paydaşlar tarafından giderek daha fazla önemsenmekte ve işletmelerin faaliyetlerini daha sürdürülebilir hale getirmeleri beklenmektedir. Özellikle havayolları, operasyonlarının neden olduğu yüksek karbon emisyonları ve diğer olumsuz çevresel etkiler nedeniyle artan bir baskıyla karşı karşıya kalmaktadır. Artan talep ve baskılar, işletmelerin kendilerini olduklarından daha çevreci olarak gösterdikleri "yeşil aklama" olgusunun havayolu endüstrisinde de görülmesine yol açmıştır. Havayolları bu şekilde çevresel imajlarını yanıltıcı bir biçimde güçlendirirken aynı zamanda gerçek değişimlerin maliyetinden de kaçınmaktadır. Sosyal medya platformları, havayollarının sürdürülebilirlik girişimlerini en hızlı şekilde paydaşlarıyla buluşturabileceği iletişim kanalları haline gelmiştir. Bu bağlamda havayollarının sosyal medya gönderilerinin analizi, endüstrideki yeşil aklama faaliyetlerinin kapsamını ve doğasını belirlemek açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu çalışma, MAXQDA 2024 yazılımını kullanarak nitel bir içerik analizi yaklaşımını benimsemekte ve farklı coğrafi bölgelerden farklı iş modellerine sahip 11 havayolunun sosyal medya gönderilerini incelemektedir. Küresel yolcu trafiğinin büyük bir kısmını oluşturan Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya bölgelerinden seçilmiş havayollarının gönderileri "Yeşil Aklamanın 7 Günahı" çerçevesinde sınıflandırılmıştır. Elde edilen bulgular, havayolu endüstrisinde yeşil aklamanın yaygınlığını ve çevresel raporlamada daha sıkı düzenleyici standartlar ile artan şeffaflık ihtiyacını vurgulamaktadır.
Sivil Havacılık
Son yıllarda tekstil sanayinde yaşanan gelişmelerle birlikte sandviç tekstiller önemli bir araştırma konusu haline gelmiştir. Kompozit malzemeler ise yeni malzemeler alanında giderek önem kazanan bir ürün grubunu oluşturmaktadır. Klasik malzemelerin yanı sıra yeni tekstil malzemelerinin kompozit güçlendirmede kullanımı son yıllarda yaygınlaşmakta ve bu konuda araştırmalar yapılmaktadır. Örme sandviç tekstillerin üç boyutlu yapısı ve içerisinde liflerin üç boyutta yerleşimi özellikleri nedeniyle kompozit uygulamaları için önemli olanaklar sunabileceği öngörülmüştür.Bu tez çalışmasında bu kapsamda öncelikle farklı kumaş parametrelerinden; bağlama ipliği miktarı ve cinsi, örme kumaşların üretildiği makinedeki kapak yüksekliği ve üst yüzey deseni parametrelerinin, sandviç tekstil özelliklerine etkisi incelenmiştir. Ardından farklı parametreler ile üretilen sandviç tekstillerin güçlendirme malzemesi olarak kullanıldığı kompozit malzemeler üretilmiş ve mekanik özellikleri test edilmiştir. Bu aşamada, sandviç tekstildeki bağlama ipliği miktarı ve cinsi ile üst yüzey deseninin, bunlardan üretilmiş kompozit malzemelerin çekme ve eğilme davranışlarına etkisi incelenmiştir. Son olarak ise sandviç tekstilin kompozit malzemelerde dolgu malzemesi olarak kullanımı ile ilgili denemeler yapılmış ve bu şekilde üretilen kompozit malzemelerin mekanik özellikleri incelenmiştir. Tez çalışması sonucunda kumaş parametrelerinin hem sandviç tekstilin hem de kompozit malzemenin özelliklerini etkilediği sonucuna ulaşılmıştır. Ayrıca sandviç tekstillerin dolgu malzemesi olarak farklı avantajlar sunduğu belirlenmiştir.
Tekstil ve Tekstil Mühendisliği
Aferez ( Hemaferez, Ferezis, Aphairos) kelime anlamı olarak ayırmak, çıkarmak anlamına gelir. Kan bileşenlerinin ayrıştırılması ve istenilen bileşen(ler)in otomatik bir sistem kullanılarak uzaklaştırılması esasına dayanır. Başlıca donör aferezi ve terapotik aferez olmak üzere ikiye ayrılır. Donör aferezinde amaç, hasta için gerekli kan bileşenini sağlıklı kişiden temin etmek iken, terapotik aferezde, hastalığa yol açtığı düşünülen bileşen(ler)i uzaklaştırmak hedeflenir. Donör aferezi olarak en sık yapılan işlem platelet aferezidir. Platelet aferezi konusunda 2000 yılından itibaren giderek artan çalışmalarda; kullanılan aferez cihazlarının toplama etkinliği ve oranı, ürün miktarı, işlenen kan hacmi gibi teknik detaylar üzerinden etkinlikleri araştırılmış, son yıllarda da merkezler ikili ve üçlü platelet aferezinde cihazların yeterliliği konusundaki çalışmalara yönelmiştir. Biz de bu çalışmada Kayseri Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde kullanılmakta olan Trima accel cihazı ile yapılmış olan ikili ve üçlü platelet aferez uygulamalarının sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık. Çalışmamızda; Nisan 2015- Eylül 2017 tarihleri arasında Kayseri Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kan Merkezi'ne, donör trombosit aferez işlemi için başvurmuş olan toplam 500 donörden rastgele seçilen 212 platelet aferezine ait veriler retrospektif olarak incelenmiştir. Gruplar elde edilen ürüne göre ikili ve üçlü platelet aferez grubu olmak üzere ayrıldı. Boy, yaş, kilo, hemoglobin, lökosit, aferez öncesi platelet, aferez sonrası platelet, total işlenen kan hacmi, kullanılan asit sitrat dekstroz-A volümü, işlenen kan hacmi, işlem süresi, ürün hacmi, toplama etkinliği ve toplama oranı incelendi. Ayrıca aferez işlemi esnasında oluşan yan etkiler de kaydedildi. İkili platelet aferezi için minimum hedef platelet ürün miktarı 5.5x 1011 iken, üçlü aferezde hedef 6.5x 1011 olarak belirlendi. Çalışma sonuçlarına göre; ikili platelet aferez grubunda 100, üçlü platelet aferez grubunda 112 donör yer almaktaydı. Donörlerin hepsi erkekti. Gruplar arasında yaş, ağırlık ve boy bakımından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Ayrıca, hemoglobin, lökosit, işlem öncesi ve sonrası platelet değerleri bakımından da anlamlı fark bulunmadı. Üçlü platelet aferezi grubunda hedef olan ≥ 6.5 x1011 platelet ürüne ulaşmak için işlenen kan hacmi ortanca değeri istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksek bulunmuştur (3297 ml.ye karşılık 3092 ml, p<0.001). Ayrıca, kullanılan ACD-A hacmi de üçlü platelet aferezi grubunda anlamlı olarak yüksek tespit edilmiştir (299.8 ml.ye karşılık 281.1 ml, p<0.001). İşlem süresi bakımından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır. Ürün hacmi ortanca değerleri üçlü aferez grubunda anlamlı şekilde yüksek elde edilmiştir (500 ml.ye karşılık 333 ml, p<0.001) İki grupta da hedef ürün miktarına kısa sürede ulaşılmıştır. Toplama Etkinliği ikili platelet aferez grubunda ortalama değeri % 72.81 ± 4.99 iken üçlü grupta % 75.66 ± 7.92 olarak elde edilmiştir (p<0.001). Toplama Oranı ortanca değerleri de aferez işlemine göre farklılık göstermektedir (p<0.001). İkili platelet aferez grubunda ortanca Toplama Oranı 0,078±0.013 pltx1011/dk iken, üçlü platelet aferez grubunda 0,097±0.012 pltx1011/dk olarak elde edilmiştir. Bu sonuçlarla Trima cihazının ikili ve üçlü platelet aferezinde yeterli ürün eldesi sağladığı söylenebilir. Nitekim bulgularımız literatürle karşılaştırılabilir niteliktedir. Çalışmamızda her iki grupta %4 hastada hipotansiyon ve %5 hastada hipokalsemi görülmüş olup, sorunlar akım hızının azaltılması ve/veya kalsiyum replasmanı yapılması ile çözümlenmiştir. Böylece, Trima accel cihazının hem ikili hem de üçlü platelet aferezinde oldukça etkin ve güvenli bir seçenek olduğu sonucuna varılmıştır. Sonuçlarımız literatürle uyumlu olup Türkiye'den üçlü platelet aferezi konusunda yapılmış ilk çalışma olması nedeniyle önem arzetmektedir. Donör platelet aferezi konusunda yıllar içinde giderek artan çalışmalar sonucunda önemli gelişmeler olmuştur. Bunlardan biri de yüksek doz plateletferez uygulamalarıdır. İkili veya üçlü platelet aferezi şeklinde adlandırılan bu yöntemlerle tek donörden, tek seansta yüksek miktarda platelet elde edilmesi mümkün olmakta, böylelikle hem maliyet açısından hem de alloimmünizasyon riskinin azalması açısından avantaj elde edilmektedir. Ancak henüz çoklu platelet aferezinde donör güvenliği, toplanacak hedef ürün miktarı ve ürün kalitesi gibi bir takım sorular net karşılığını bulmamıştır ve bu yönde araştırmaların devam etmesiyle soruların yanıt bulabileceği düşüncesindeyiz.
Hematoloji
Bu tez çalışmasında, kontrol ve ısıl işlem görmüş sarıçam ve dişbudak odunlarından üretilmiş L-tipi mobilya birleştirme yerlerinin statik ve tekrarlı yorulma yüklemesi altında davranışı araştırılmıştır. Sonuçlar, zımba sayısının ve ağaç yoğunluğun artmasıyla genellikle 8-zımbalı L-tipi birleştirme yerlerinin statik eğilme dirençlerinin arttığını göstermiştir. Sarıçamdan üretilmiş gerek kontrol ve gerekse ısıl işlemli L-tipi birleşme yerlerinin statik eğilme direnç değerleri arasında istatistiki bir fark yokken dişbudaktan üretilmiş birleşme yerleri arasında istatistiki bir fark gözlemlenmiştir. Isıl işlemli odundan üretilen L-tipi birleştirme yerlerinin yorulma dirençleri, genellikle kontrol örneklerinden üretilenlerle aynı yükleme aşamalarından geçmiş ve aynı yükleme aşamalarında başarısız olmuştur. Bu, hem kontrol ve hemde ısıl işlemli L-tipi birleştirme yerlerinin aynı hizmet alanında kullanılabileceği göstermektedir. Statik ve yorulma yükleri altındaki L-tipi birleştirme yerleri ayrılma biçimi olarak çoğunlukla zımbaların eğilerek ağaç malzemeden çıkması şeklinde gözlemlenmiştir. L–tipi birleştirme yerleri için statik eğilme yüklemesinin tekrarlı yorulma yüklemesine genel oranı 2,85 olarak elde edilmiştir.
Ağaç İşleri
6. ÖZET Kısa süreli ve çok şiddetli sesler, geçici işitme eşik yükselmesi aşamasından geçmeden kalıcı işitme kaybına yol açabilir. Buna " akustik travma " denir. Akustik travmada iki mekanizma ile hasar olduğu düşünülmektedir. Birincisi kokleaya direkt mekanik travma, ikincisi kora* organının metabolik hasara uğramasıdır. Bu çalışmada akustik travmada oksidatif stresin işitme kaybı patogenezindeki rolünü açıklayabilmek ve serum elektrolit seviyeleri ile işitme kaybı arasındaki ilişkinin tesbiti amacı ile yüksek şiddette gürültüye maruz kalan hastalarda serum malondialdehit (MDA), magnezyum (Mg), Bi2, folik asit ve çinko seviyeleri ile işitme kaybı arasındaki ilişki araştırıldı. Çalışma 4000-8000 Hz frekanslarında işitme kaybı olmayan 20-30 yaş (ortalama 23,4 yaş) arasındaki 135 sağlıklı erkek üzerinde yapılmıştır. Akustik travmadan önce çalışmaya katılan herkesin KBB muayeneleri, biyokimyasal testleri ve saf ses odyometrileri yapıldı. Biyokimyasal patolojisi olanlar, otolojik hastalığı bulunanlar ve daha önce kulak cerrahisi geçiren kişiler çalışma dışı bırakıldı. Hastaların akustik travmadan bir gün önce, bir gün ve bir ay sonra yüksek frekansları da içeren saf ses odyometri testleri yapıldı. Akustik travmadan bir gün önce ve dört gün sonra serum B12, folik asit, magnezyum, çinko ve malondialdehid (MDA) düzeyleri tespit edilerek işitme kaybı ile aralarındaki ilişki incelendi. Akustik travmadan sonra 52 hastanın işitme eşiklerinde herhangi bir değişiklik görülmedi, 83 hastada 4000 Hz frekansında tipik çentik tarzı işitme kaybı görüldü. Akustik travma öncesi ve sonrası yapılan yüksek frekans odyometri eşikleri arasında ise istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. İşitme kaybı olan ve olmayan grupların her ikisinde de akustik travma öncesi ve sonrasında ölçülen serum MDA seviyeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p<0.05). Akustik travmaya bağlı işitme kaybı ile serum Mg, vitamin B12, folik asit ve çinko seviyeleri arasında anlamlı ilişki bulunmadı (p<0.05). 47
Kulak Burun ve Boğaz
Tedarik Zinciri yapısı içerisinde performans yönetimini sağlamak, işletme bünyesi içerisinde bireysel performans göstergelerini izlemekten daha zor ve karmaşık bir durumdur. Birbirinden farklı işletme fonksiyonuna sahip firmalarda, bölümlerin birbiriyle etkileşim içerisinde olduğunun düşünülmesi gerekmektedir. Bu bağlamda mevcut etkileşim yapısı, birbiriyle bağlantılı çalışan departmanlar arasında titizlikle irdelenmeli ve değerlendirilmelidir. Bu anlamda ortaya konulan çalışmada, Tedarik Zincirinin sürekli değişen yapısını ve karmaşıklığını daha belirgin yapıda şekillendirdiği için Dengelenmiş Performans Kartı ile performans yönetimi uygulaması yapılmıştır. Bu aşamada uygulama içerisinde, Honda Türkiye Tedarik Zinciri sistematiği değerlendirilmiş olup, Satınalma, Lojistik ve Malzeme Hizmetleri-Planlama departmanları incelenmiştir. Honda Türkiye bünyesinde yer alan mevcut performans yönetimi, sadece bireysel bazda değerlendirilen Dengelenmiş Performans Kartı analizi üzerine kurulmuştur. Diğer anlamda bu yapı, departmanları ve birbiriyle eşgüdümlü olarak çalışan bu üç departmanı temsil eden performans göstergelerinin bulunmadığını göstermektedir. Bu da Honda Türkiye Tedarik Zinciri yapısını ifade eden üç bölüm itibariyle genel bir performans yönetim sisteminin olmadığı anlamına gelmektedir. Bu nedenle çalışmanın uygulama kapsamında, Satınalma, Lojistik ve Malzeme Hizmetleri-Planlama çalışanlarının performans göstergeleri öncelikle bölümsel bazda sıralanmış ve Dengelenmiş Performans Kartının dört boyutu olan Finans, Müşteri, Süreç ve Gelişim başlıkları altında toplanarak departmanlara ait Dengelenmiş Performans Kartları oluşturulmuştur. Daha sonra Honda Türkiye çalışanları tarafından gerçekleştirilen bir anket uygulaması ve gerçekleştirilen uygulamanın istatistiksel analizi dahilinde, tedarik zincirinin yani bu üç departmanın tümünü temsil eden bir Son Dengelenmiş Performans Kartı oluşturulmuştur.
Endüstri ve Endüstri Mühendisliği
6. ÖZET Karaciğer ekzokrin ve endokrin sekresyon yapan bir bezdir. CCI4 hepatotoksik bir maddedir. Karaciğerde fibrosiz, sentrilobüler yağlanma, nekroz, apopitoz, mononükleer hücre infıltrasyonuna yol açtığı gösterilmiştir. Yüksek dozlarda kullanıldığında siroza neden olabilir. Betain bir kolinin metabolitidir. Transmetilasyon reaksiyonlarını kolaylaştıran lipotroplardan biridir. S-Adenozilmetiyonin (SAM) ve fosfolipid biyosentezine yol açar. SAM ise CCLj'ün neden olduğu DNA hipometilasyonunu engeller. Çalışmamızda sıçan karaciğerinde CCI4 ile oluşacak olan histopatolojik değişiklikler ve bu değişiklikler üzerine betainin olası yararlı etkilerini araştırmayı amaçladık. Bu amaçla 20 adet dişi Sprague Dawley sıçan kullanıldı. Sıçanlar dört gruba ayrıldı. Bu gruplar aşağıdaki gibiydi: Grup I: Kontrol, Grup II: CCI4 grubu, Grup III: Betaine grubu, Grup IV: CCI4 + Betaine grubu. 4 gün süreyle lml/kg/gün subkutan (SC) CCI4 ve 830mg/kg/gün 0.7ml konsantre betain solüsyonun intragastirik uygulamasından sonra dekapite edilen sıçanların karaciğerleri çıkarılarak %10 Nötral tamponlanmış formalin, Bouin ve formol alkolde tesbit edildi. Işık mikroskopik incelemede, CCI4 grubunda, belirgin fıbrozis, sentrilobüler yağlanma, nekroz, apopitoz, hücre infılitrasyonu gözlendi. CCI4 + Betain grubunda bu bulgularda azalma saptandı. Karaciğer fibrosizi ve yağlanmasında betainin yararlı etkileri olduğu sonucuna varıldı.
Morfoloji
Bruselloz, primer olarak evcil hayvanları etkileyen ve hayvanlardan insanlara bulasan bir enfeksiyondur. Enfeksiyon taze pastörize edilmemiş süt ve süt ürünleri ya da enfekte hayvanlarla direkt temas sonucu oluşabilir. Brusella enfeksiyonunda çok farklı klinik görünümler rapor edilmiştir. Brusellozlu vakalarda %5-10'a varan çeşitli komplikasyonlar görülebilir. Bu komplikasyonlar arasında vertebra osteomyeliti, epididimo-orşit, granulomatöz hepatit, nörobrusella (davranis bozukluklarindan ağır meningoensefalit ya da periferik nöropati/radikulopatiye kadar değişebilen klinik görünüm) enfektif endokardit, mikroanjiopatik hemolitik anemi ve derin ven trombozu sayılabilirVücut proteinlerimizin %30 gibi büyük bir miktarını oluşturan ve özellikle ekstrasellüler matriksin temel bileşeni olan kollajenin yapısındaki amino asitlerin yaklaşık %25'ini prolin ve hidroksiprolin amino asitleri oluşturmaktadır. Bu iki amino asiti içeren dipeptid ve tripeptidleri yıkan tek enzim olması nedeniyle prolidaz kollajenin yıkımında ve prolinin kollajen yapımı döngüsüne yeniden katılımında aktif görev almaktadır. Bu nedenle de prolidaz aktivitesinin kollajen yıkım ve yeniden yapım (turnover) hızıyla direkt olarak ilişkili olması beklenir. Kemik, diş, tendon, deri ve damarlar gibi bir çok dokuda yaygın olarak yeralan ve ekstrasellüler matriksin temel yapısal bileşeni olan kollajenin pek çok sistem ve organ patolojisinde hasara uğraması beklenirBruselloz kronikleşebilen ve çok yaygın doku tutulumu yapabilen bir hastalıktır. Bu nedenle de kollajen hasarının olması çok muhtemel gözükmektedir ve henüz bu konuda yapılmış herhangi bir çalışmaya rastlanılmamıştır. Bu nedenle yapacağımız bu çalışmada bruselloz hastalarında kollajen metabolizmasında değişiklik olup olmadığını incelemeyi amaçladık. Kollajen yapısındaki prolinin glisil ile yaptığı peptid bağını yıkan tek enzim olmasından dolayı prolidaz aktivitesinin kollajen metabolizması veya turnover hızı ile direkt olarak ilişkilidir. Biz bu çalışmada brusellozun neden olabileceği kollajen dokusu hasarının var olup olmadığını araştırmanın yanısıra, eger varsa akut brusellozlu hastalarda ve sağlıklı kontrol vakalarında kan prolidaz enzim aktivite düzeylerini tayin edip birbiriyle mukayese ederek incelemiş olacağız.
Klinik Bakteriyoloji ve Enfeksiyon Hastalıkları
Amaç: Konjenital kalp hastalıklarında tedaviye yanıtın değerlendirilmesinde miyokard fonksiyonları çok önemlidir. Ancak sağ ventrikülün karmaşık yapısı ve fizyolojisi nedeniyle değerlendirilmesi zordur. Günümüzde miyokard fonksiyonlarının değerlendirilmesinde strain ve strain rate ekokardiyografi ümit verici bir yöntem olarak kullanılmaktadır. Bu çalışmada atrial septal defekt (ASD) kapatılan hastalarda miyokard fonksiyonlarının strain ve strain rate ekokardiyografi ile değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Materyal ve metod: Çalışmaya ASD'li 31 hasta ve klinik özellikleri benzer 31 kişilik kontrol grubu dahil edildi. Tüm hastalarının defektleri 'ASD Occluder' cihazı kullanılarak kapatıldı. Tüm hastalara işlem öncesinde ve kapatılma işlemi sonrasında transtorasik ekokardiyografi işlemi yapıldı. Hasta ve kontrol grubunda konvansiyonel ekokardiyografi parametrelerine ilave olarak strain ve strain rate ekokardiyografi parametreleri bakıldı. ASD hasta grubu verileri işlem öncesi, işlem sonrası birinci ve altıncı ay olmak üzere üç guruba ayrıldı. Bu veriler hem kontrol gurubu ile hem de kendi içerisinde karşılaştırıldı. Bulgular: Hastalarda ASD kapatıldıktan 6 ay sonra, strain ve strain rate ekokardiyografi değerleri bazal değerler ile karşılaştırıldığında sağ ventrikül mid segment (strain: -32,8±1,1/-30,1±2,5 P:<0,001 ve strain rate: -2,90±0,38/-2,52±0,38 P:<0,001), sağ ventrikül bazal segment (strain: -34,7±1,2/-31,4±1,2 P:<0,001 ve strain rate: -3,09±0,23/-2,63±0,42 P:<0,001) ve sağ atriumda (strain: 43,6±0,9/40,0±2,5 P:<0,001 ve strain rate: 3,47±0,24/3,00±0,47 P:<0,001) istatiksel olarak anlamlı seviyede düzeldi ve kontrol grubu değerlerine yaklaştı. onuç: Strain ve strain rate ekokardiyografi ASD hastalarında tedaviye yanıtın değerlendirilmesinde ve hastaların takibinde kullanılabilir.
Kardiyoloji
Bu çalışmada, deprem hesabı 1975 deprem yönetmeliğine göre yapılmış ve inşaatı 1988'de tamamlanmış İstanbul'da mevcut 8 katlı, perdeli-çerçeveli sistemli betonarme bir bina ele alınmıştır. Deprem Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkında Yönetmelik 2007 Bölüm 7'ye göre konut türü yapılar için öngörülen ?Can Güvenliği? performans seviyesi araştırılmıştır.Söz konusu yapının performans seviyesinin belirlenmesinde kullanılacak iç kuvvetlerin hesaplanması amacıyla, yapının 3 boyutlu matematik modeli bilgisayar ortamında SAP 2000 yapısal analiz programında oluşturulmuştur. Yapının düşey yük analizi G+0,3Q için yapılmıştır. Yatay yük analizlerinde ise doğrusal elastik yöntemlerden ?Eşdeğer Deprem Yükü Yöntemi? kullanılmıştır.Bina taşıyıcı elemanlarına ait eğilme moment kapasiteleri, mevcut malzeme dayanımları ve donatı miktarlarına göre hesaplanmış, yatay yük analizinden elde edilen deprem etkileri de göz önüne alınarak her bir eleman üzerinde oluşacak hasar seviyeleri Excel tabloları yardımıyla belirlenmiştir.Bu çalışmalar sonunda yapının ?Can Güvenliği? performans seviyesini karşılamadığı görülmüş, yapı için alternatif bir güçlendirme önerisi verilmiştir.
Deprem Mühendisliği
Hükümet sistemi, bir ülkenin yönetim yapısının temelini oluşturan bir çerçevedir ve ülkelerin tarihi, demokratik, toplumsal, kültürel değerlerine göre değişiklik gösterebilmektedir. Günümüz dünyasında demokratik ülkelerin bir kısmı parlamenter sistemi, bir kısmı başkanlık sistemini bir kısmı ise yarı başkanlık sistemini tercih etmiştir. Bu noktada en başarılı hükümet sistemi diye bir olgu bulunmamakla birlikte hükümet sistemleri ülkelerin içselleştirdiği değerlere göre başarı gösterebilir veya gösteremeyebilir. Bu nedenle bazı ülkeler sorunları çözmek ve yönetim performansını artırmak için hükümet sistemlerinde revizyonlara gidebilmektedir. Hükümet sisteminde yapılan değişiklikler ülkedeki birçok dinamiğin değişimine yol açarken daha özelde ise kamu yönetimi yapılarını, pratiğini ve performansını etkileyebilmektedir. Türkiye, 2017 yılında gerçekleştirdiği referandum sonrası Anayasa değişikliğine gitmiş ve uzun yıllar uyguladığı parlamenter sistem modelinden vazgeçmiştir. Bir paradigma değişimi olarak nitelendirilebilecek bu değişimle başkanlık sistemine doğru geçiş yapılarak cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adında yeni bir sistem benimsenmiştir. Bu çalışmanın amacı cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin Türk kamu yönetiminde ortaya çıkardığı yenilikleri ve değişimi teorik açıdan incelemektir. Bu kapsamda Türkiye'de gerçekleşen hükümet sistemi değişikliğinin kamu yönetimi üzerindeki etkileri teorik eksende analiz edilmiş ve bu değişiklikler hem önceki uygulama şekliyle hem de ABD başkanlık sistemindeki uygulama örnekleriyle karşılaştırmalı bir perspektifle sunulmuştur. Nitel araştırma yönteminin benimsendiği bu çalışmada veriler dokümanlar şeklinde derinlemesine literatür taraması ile elde edilmiştir. Elde edilen verilerin analizi ise doküman analizine tabi tutularak çalışmanın sonuçlarına ulaşılmıştır. Çalışmada cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin kamu yönetiminde teorik olarak önemli değişikliklere yol açtığı ve yeni sistemin hem olumlu hem de olumsuz etkiler yaratabilecek fırsat ve risk alanlarına sahip olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Kamu Yönetimi
Coğrafya ve iklim toplulukların temel geçim kaynaklarından yaşayış tarzlarına ve hatta kültürel kodlarına kadar pek çok unsura etki eder. Birey içinde doğduğu toplumun bir parçasıdır ve ondan izole bir hayat süremez. Kırım toplumu bu perspektiften ele alındığında coğrafyanın ve iklimin yaşantıya etkisi oldukça büyüktür. Bir yarımada görünümünde olan Kırım'da geniş bozkır topraklar insanların hayvancılık yapmasına imkân verir. Ancak, verimli topraklarda tarım küçük çaplı bağ bahçe ekiminden de ileriye gitmemektedir. Bu durumun temelinde yarı göçebe yaşam tarzını 17. yüzyılda dahi Kırım Tatarlarının sürdürmesi vardır. Bu tez, 25 ve 26 Numaralı kadı sicillerinden hareketle Kırım Tatarlarının toplumsal hayatına ışık tutmayı amaçlamaktadır. Özellikle II. Hacı Giray Han'ın Kırım tahtına geçtiği dokuz aylık süreç (30 Eylül 1683-28 Haziran 1684) incelenmiştir. Kısa süreli iktidar değişikliğinin olumlu ve olumsuz etkilerinin sosyal ve ekonomik hayata ne derece etki ettiğini anlamak çalışmanın temel problemini oluşturmaktadır. Bu bağlamda tezin birinci bölümünde çalışmanın iskeletini oluşturan birincil ve ikincil kaynaklar değerlendirilmiş, literâtürde ne tür bir boşluğu dolduracağı ve hangi sorunlara cevaplar aranacağı ele alınmıştır. Çalışmanın ikinci bölümü, Kırım'ın idari yapılanması, han ve yönetici güçler, adalet ve asayiş mekanizmasına odaklanmaktadır. İncelenen iki defterde bulunan kazalar, mahalleler, köyler tespit edilmiştir. Üçüncü bölüm ise toplumsal yaşantının en mühim unsuru olan insana odaklanmaktadır. Kırım toplumunu oluşturan nüfusun etnik yapısı incelenmiş, Kırım Tatarlarının aile yapısı, maddi kültür varlıkları, ev tipolojileri, insanlar arası ilişkiler mahkemeye intikal eden olaylar kapsamında değerlendirilmeye çalışılmıştır. Son bölüm ise Kırım ekonomisine ayrılmıştır. Hayvancılık, tarım, ticaret ve kölelik ele alınmıştır. Temel besin maddelerinin fiyatlarının 9 aylık süreç içerisindeki sürekli değişiminin altında yatan etmenlerin neler olduğu tespit edilen kayıtlar göz önüne alınarak değerlendirilmiştir.
Tarih
Madenlerin cevher hazırlama tesislerinde zenginleştirilmesi sonucunda oluşan atık malzeme çevresel tehlike açısından bertarafı büyük önem taşır. cevher hazırlama tesis artıkları sülfür içeriği fazla olması sebebi ile tehlike arz etmektedir. Sülfür içeriği yüksek olan atıklar çevre için zararlı ve zehirli gaz içerdiğinden dolayı da canlılar için tehlikelidir. Bu tür artıkların bertarafı için birçok yöntem geliştirilmiştir. Yöntemler arasında en çok tercih edilen macun dolgu yöntemidir. Macun dolgu , pasa adını taşıyan maden tesis atıklarının macun dolgu tesislerinde belirli miktarda su veya bağlayıcı malzemeler (çimento ve/veya silis dumanı, cüruf, uçucu kül gibi puzolanik malzemeler) eklenerek homojen bir şekilde hazırlanan karışımdır. Macun dolgu sistemiyle artıklar yerüstünde depolanabildiği gibi yeraltında da depolanabilir. Yeraltında genellikle cevher üretim boşluklarını doldurmak ve gerekli dayanımı sağlamak için kullanılır. Macun dolgu yeraltında kullanılması için belirli özelliklere sahip olması gerekir. Öncelikle kullanılan malzemenin tane boyut dağılımı 20 micron altı taneler ağırlıkça en az %15 olması gerekir. Bir diğeri de dolgunun yeraltındaki dayanım özellikleridir. Dayanımının ölçüldüğü yöntemlerden arasında sıkça kullanılan Tek Eksenli Basınç dayanımı testidir. 28 günlük kür süresi geçiren dolgu malzemesinin dayanımları 0,7 – 4 MPa arasında değişmesi istenilen bir durumdur. Bu tez kapsamında Karadeniz Bölgesinde işletilmekte olan Bakır Cevheri Hazırlama Tesis artığı 7,14,28 ve 56 günlük kür süreleri içinde %3,%5,%7,%9,%11 çimento karışım oranlarında yeraltı macun dolgu olarak kullanımının uygunluğunun araştırılması konusu ele alınmıştır
Maden Mühendisliği ve Madencilik
Günümüzde polimerlerin kullanım alanlarının yaygınlaşması, bu malzemelerin alev dayanımı özelliklerinin iyileştirilmesi zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir. Bu amaçla organik ve inorganik pek çok farklı yapıda bileşik, polimerler için alev geciktirici katkı maddesi olarak kullanılmaktadır. Son yıllarda dünyanın çevre dostu ürün kullanımına yönelimi, korozif ve toksik gazlar açığa çıkarmayan bir alev geciktirici olan çinko boratın geniş kullanım alanı bulmasına yol açmıştır. Çevre dostu özelliklerinin yanı sıra yüksek dehidratasyon sıcaklığı, yüksek performans ve düşük maliyet gibi özellikleri de çinko borat için kullanım avantajı sağlamaktadır. Çinko borat, alev geciktirici olarak kullanımının dışında, duman bastırıcı, kömürleşmeyi arttırıcı, ahşap kompozit malzemelerde mantar ve böcek öldürücü, yağlama yağlarında aşınma önleyici katkı maddesi olarak da kullanılmaktadır.Bu çalışmada, yaygın olarak kullanılan çinko borat bileşiklerinden biri olan 2ZnO.3B2O3.3H2O bileşiğinin hidrofobik yapıda ve nano boyutlu tanecikler halinde üretilmesi amaçlanmaktadır. Bu amaçla, sodyum borat (Na2B4O7.10H2O) ve çinko sülfat (ZnSO4.7H2O) başlangıç maddelerinin kullanıldığı denemeler, tek adımda çöktürme yöntemi ve hidrotermal sentez yöntemi olmak üzere iki farklı yöntemle gerçekleştirilmiştir. Denemelerde, hidrofobikliği sağlamak amacıyla, modifikasyon ajanı olarak oleik asit kullanılmıştır. Oleik asidin kullanılmadığı bazı denemelerde katkı maddesi olarak polietilen glikol (PEG-300) kullanılmış ve katkı maddesinin ürün bileşimi ve morfolojisi üzerindeki etkisi araştırılmıştır. Çalışmada reaktanların mol oranı, sıcaklık, reaksiyon süresi ve pH gibi parametreler değiştirilerek, her iki üretim yöntemi için de değişen parametrelerin ürünün kimyasal yapısı, bileşimi ve morfolojisi üzerindeki etkisi incelenmiştir. Elde edilen ürünlerin kimyasal yapı ve bileşimleri, X-Işını kırınım analizleri (XRD), kompleksometrik EDTA titrasyonu ve asit-baz titrasyonu yöntemleriyle, tanecik boyutları ve morfolojileri ise taramalı elektron mikroskobu (SEM) ile belirlenmiştir.Tek adımda çöktürme yöntemiyle, 70 ?C'de ve 7 saat reaksiyon süresinde, ZnO/B2O3 mol oranının 1/1, 1/2, 1/3, 1/3.5, 1/4 olarak ayarlandığı denemelerden elde edilen numunelerin kimyasal yapı ve bileşimleri karşılaştırılmıştır. 1/1 mol oranında çinko borat bileşiğinin oluşmadığı, elde edilen ürünün nemli Zn(OH)2 bileşiğinden ibaret olduğu, 1/2 mol oranında oluşumun başladığı ve 1/3 mol oranında dönüşümün veriminin arttığı gözlenmiştir. 1/3.5 ve 1/4 mol oranlarında ise dönüşüm veriminde bir değişim görülmemiştir. 1/2, 1/3, 1/3.5 ve 1/4 mol oranlarında oluşan ürün 2ZnO.3B2O3.3H2O, 2ZnO.3B2O3.7H2O ve Zn(OH)2 bileşiklerinin karışımı halindedir. Çinko borat bileşiğinin oluşmasında ortamın pH değerinin de önemli bir etken olduğu, ZnO/B2O3 mol oranının 1/1 olduğu durumda NaOH ilavesiyle ortam pH'ının 6'dan 8'e çıkarılması sonucu az da olsa çinko borat dönüşümünün sağlanabilmesiyle ispatlanmıştır. Aynı reaksiyon şartlarında ve 1/2 mol oranında, aşı kristali ilavesiyleve ZnSO4.7H2O besleme hızının yarıya düşürülmesiyle gerçekleştirilen reaksiyonlar sonucu, aşı kristali ilavesinin ve değişen besleme hızının ürünün bileşimi ve kristalinitesinde önemli bir değişime yol açmadığı sonucuna ulaşılmıştır. ZnO/B2O3 mol oranının 1/3, ortam pH'ının 8 olarak ayarlandığı, 24 saat süreyle, 70 ?C, 80 ?C, 90 ?C, 100 ?C reaksiyon sıcaklıklarında gerçekleştirilen denemelerden elde edilen sonuçlar, reaksiyon sıcaklığında 70-100 ?C arasında gerçekleşen artışın, reaksiyon veriminde önemli bir değişime neden olmadığını göstermektedir. Fakat sıcaklığın 80 ?C'den 90 ?C'ye artışı ürünün kristalinitesinde artışa neden olmaktadır. ZnO/B2O3 mol oranının 1/3.5, ortam pH'ının 9 olarak ayarlandığı, 7 saat reaksiyon süresi ve 70 ?C reaksiyon sıcaklığında, oleik asit varlığında, oleik asitsiz, 1 ml ve 3 ml PEG-300 varlığında gerçekleştirilen denemeler sonucunda, oleik asit varlığının ürün bileşimini, çinko borat bileşimlerine biraz yaklaştırdığı ve kristalinitede az bir artışa sebep olduğu belirlenmiştir. 1 ml PEG-300 ilavesinin verim ve kristalinite üzerinde hiçbir etkisi olmazken, 3 ml PEG-300 ilavesi verim ve kristalinitede çok küçük bir artışa sebep olmaktadır.Hidrotermal sentez yöntemi ile 100 ?C'de ve 24 saat reaksiyon süresinde yürütülen denemelerde de tek adımda çöktürme yönteminde olduğu gibi ZnO/B2O3 mol oranları 1/1, 1/2, 1/3, 1/3.5, 1/4 olarak ayarlanmıştır. Tek adımda çöktürme yönteminde elde edilen sonuçlara benzer olarak, 1/1 mol oranında gerçekleştirilen reaksiyon sonucu, reaksiyon süresi ve sıcaklığı tek adımda çöktürme yöntemine kıyasla daha yüksek olmasına rağmen, çinko borat bileşiği oluşmamış, nemli Zn(OH)2 bileşiği elde edilmiştir. Bu mol oranı ve reaksiyon sıcaklığında, reaksiyon süresinin 24 saatten 48 saate çıkarılması da sonucu değiştirmemiştir. Tek adımda çöktürme yönteminde olduğu gibi, hem 1/1 mol oranında pH'ın NaOH ilavesiyle 6'dan 8'e yükseltildiği hem de ZnO/B2O3 mol oranının 1/2 olarak ayarlandığı denemelerde çinko borat bileşiğinin oluşmaya başladığı, mol oranının 1/3 olarak ayarlandığı durumda ise verimde artışın meydana geldiği gözlenmiştir. Fakat tek adımda çöktürme yönteminden farklı olarak, 1/3.5 ve 1/4 mol oranlarında gerçekleştirilen denemelerde elde edilen verimin, 1/3 mol oranında gerçekleştirilen denemeye kıyasla azaldığı belirlenmiştir. Elde edilen ürün yine 2ZnO.3B2O3.3H2O, 2ZnO.3B2O3.7H2O ve Zn(OH)2 bileşiklerinin bir karışımı halindedir. ZnO/B2O3 mol oranının 1/4, pH'ın 9 olarak ayarlandığı, 24 saat reaksiyon süresinde 120 ?C ve 140 ?C sıcaklıklarda gerçekleştirilen reaksiyonlar sonucunda ise 4ZnO.B2O3.H2O bileşimine sahip çinko borat bileşiği elde edilmiştir. Bu denemelerde tam dönüşümün gerçekleştiği, ürünün az miktarda 2ZnO.3B2O3.3H2O bileşiğini de içermekle birlikte, 120 ?C'de gerçekleşen denemede % 97.3, 140 ?C'de gerçekleşen denemede ise % 96.8 oranında 4ZnO.B2O3.H2O bileşiğinden oluştuğu tespit edilmiştir. Sıcaklığın 100 ?C'den 120 ?C'ye artışı kristal yapı oluşumunda önemli bir artışa neden olmuştur. Ürünlerin SEM görüntülerinden, 100 ?C'de çok küçük taneciklerin bir araya gelmesiyle düzensiz bir yapı oluşurken, 120 ?C ve 140 ?C sıcaklıklarda düzgün çubuksu kristallerden oluşan saçaklı bir yapının meydana geldiği belirlenmiştir. 1/3 mol oranında ve 120 ?C sıcaklıkta, 24 saat ve 48 saat reaksiyon sürelerinde gerçekleştirilen reaksiyonlardan elde edilen ürünlerin bileşimlerinde ve kristal oluşumunda bir farklılık gözlenmediğinden, reaksiyon süresinin 24 saatten 48 saate çıkarılmasının elde edilen ürüne bir etkisi olmadığı sonucuna varılmıştır. Oleik asit varlığında, oleik asitsiz, 1 ml ve 3 ml PEG-300 varlığında gerçekleştirilen denemeler için reaksiyon parametreleri 1/3.5 mol oranı, pH 9, 24 saat reaksiyon süresi ve 100 ?C reaksiyon sıcaklığı şeklinde ayarlanmıştır. Oleik asit varlığında gerçekleştirilen reaksiyon sonucunda 2ZnO.3B2O3.3H2O, 2ZnO.3B2O3.7H2O ve Zn(OH)2 bileşiklerinin karışımı halinde bir ürün elde edilirken, oleik asitsiz, 1 ml ve 3 ml PEG-300 ilavesiyle gerçekleştirilen reaksiyonlar sonucu elde edilen ürün 4ZnO.B2O3.H2O bileşiğinden oluşmaktadır. Katkısız gerçekleştirilen reaksiyonda tam dönüşüm meydana gelirken, PEG-300 ilavesi çinko borat dönüşümünde düşüşe, ürünün içerdiği 2ZnO.3B2O3.3H2O oranının artmasına, 4ZnO.B2O3.H2O oranının ise azalmasına neden olmaktadır. Katkısız ürün, oleik asit içeren ürüne kıyasla daha kristal yapıdadır. Fakat oleik asit içeren ürün 250-300 nm civarında plakalardan oluşmuş küresel yapılar halindeyken, katkısız ürün düzensiz bir yapıya sahiptir. Oleik asit kristal yapı oluşumunu geciktirmekle birlikte daha düzenli bir yapı oluşumuna yol açmaktadır. 3 ml PEG-300 ilavesiyle gerçekleştirilen deneme, 120 ?C reaksiyon sıcaklığında tekrarlanmış, elde edilen ürünler karşılaştırıldığında oleik asitli denemelerde olduğu gibi reaksiyon sıcaklığının 100 ?C'den 120 ?C'ye çıkarılmasının ürünün kristalinitesini önemli ölçüde artırdığı sonucuna ulaşılmıştır. Reaksiyon sıcaklığının 120 ?C'ye çıkarılmasıyla düzgün çubuksu yapıların oluştuğu gözlenmiştir. PEG-300 ilavesiyle elde edilen bu çubuksu kristallerin boyutları (2-3 µm kalınlığında, 15-20 µm uzunluğunda), oleik asit ilavesiyle elde edilenlere (200-300 nm kalınlığında, 4-5 µm uzunluğunda) kıyasla daha büyüktür.
Kimya Mühendisliği
Bu çalışma kapsamı, idrar damar yollarındaki tıkanıklıkları gidermek ve idrar akışını düzeltmek için biyobozunur üretral stentlerin geliştirilmesinde kullanılacak olan optimum Zn-Ag-Al alaşım sistemini belirlemektir. Bu özel stent tasarımı, vücuda yerleştirildikten sonra kendiliğinden emilen, biyobozunur yapı da olacak bir malzeme olacak şekilde kurgulanmıştır, böylece ikinci bir ameliyat gereksinimi ortadan kalkmaktadır. Bu yaklaşım hem tedavi maliyetlerini düşürmeyi hem de hastaların psikolojik olarak olumsuz etkilenmesini önlemeyi amaçlamaktadır. Farklı kompozisyon özelliklerine sahip Zn-0,5Ag-xAl (x=0, 0.2, 0.4, 0.6, 0.8) alaşımlar incelenmiştir Bu alaşımların üretimi rezistans ısıtmalı fırında adöküm yoluyla üretilmiştir ve yapıyı homojen hale getirmek için 350 °C derece 16 saat homojenizasyon tavlaması işlemi yapılmıştır. Üretilen numunler sonrasında yapılacak olan testin türüne göre testere veya tel erozyon yoluyla üretilen numuneler kesilmiştir. Stent üretimi için optimum alaşım sistemini belirlemek için optik mikroskopta ve taramalı elektron mikroskobunda mikroyapı analizleri yapılmıştır. Alaşımların içindeki fazları doğru şekilde belirlemek için Xrd analizi yapılmıştır. Akma dayanımı, çekme dayanımı, uzama miktarı yüzey sertliği gibi mekanik özelliklerini belirlemek için çekme testi ve sertlik tesiti yapılmıştır. Alaşımların insan vucut sıvısına ve idrar ortamında ne kadar sürede bozunmaya uğrayacağını görmek için degradasyon testi yapılmıştır. Korozif özelliklerini belirlemek için korozyon testi yapılmıştır. Çalışmaların elde edeceği sonuçlar, biyobozunur üretral stentlerin tasarım ve kullanım alanlarına ilişkin önemli bilgiler sunacaktır.
Metalurji Mühendisliği
Amaç: Bu çalışmanın amacı diabetik hastalarda Blastocystis spp. insidansını, genotiplerini, kan glukoz düzeyinin regülasyonu ve gastrointestinal semptomlardaki rolünü belirlemektir Gereç ve Yöntem: Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanesinde Tip 2 Diabetes Mellitus (DM) tanısı almış 100 hasta ile kontrol grubu olarak 100 sağlıklı gönüllünün dışkı örnekleri incelenmiştir. Dışkı örnekleri, Lugol'ün İyodin çözeltisi ile direkt mikroskobik olarak ve PZR ile değerlendirilmiştir. Diyabet Mellitus tanılı hastalar ile kontrol grubu arasında Blastocystis spp. pozitifliği ki-kare testi ile karşılaştırılmıştır. Sınıflandırılmış veriler ki-kare testi ile değerlendirilirken analitik veriler Student-T testi ile ele alınmıştır. Verilerin istatistiksel analizi SPSS 17.0 programı ile yapılmış, anlamlılık değeri p<0,05 olarak belirlenmiştir. Bulgular: Çalışma kapsamında DM'li 100 ve kontrol 100 olmak üzere toplam 200 örnekte Blastocystis varlığı araştırılmıştır. Olguların 81'ini (%40,5) kadınlar, 119'unu (%59,5) erkekler oluşturmaktadır. Yaş ortalaması 57,1±11,2 olup yaş aralığı 21-86 olarak saptanmıştır. Çalışmaya katılanlar büyük oranda şehir merkezinde 105 (% 52,5) ikamet etmekte iken, 49'u (%24,5) ilçelerde ve 46'sı (%23) köylerde yaşamaktadır. Dışkı örneklerinin direkt mikroskobik incelemesi sonucu DM'li grupta ve kontrol grubunda dokuzar kişide Blastocystis saptanmıştır. İstatistiksel olarak gruplar arasında anlamlı bir fark saptanmamıştır (p>0,05). Direkt mikroskopi ile Blastocystis saptanan toplam 18 örneğin tamamı PZR ile pozitif bulunmuş ayrıca direkt mikroskopi ile negatif saptanan kontrol grubundaki iki örnek PZR ile pozitif saptanmıştır. Blastocystis pozitif ve negatif olgular yaş, cinsiyet, ikamet ve klinik bulgular açısından karşılaştırıldığında gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olmadığı görülmüştür (p>0,05). Blastocystis alt tiplerinin analizinde dokuzunun (%45) ST3, yedisinin (%35) ST2, üçünün (%15) ST1 ve birinin (%5) ST6 olduğu görülmüş olup alt tiplerde sayı az olduğu için ayrıca bir istatistik işlemi yapılmamıştır. Sonuç: Diyabetli olgularda Blastocystis prevelansının, kan glukoz düzeyinin regülasyonu ve gastrointestinal semptomlardaki rolünün araştırıldığı çalışmamızda DM' li hastalar ve kontrol grubu arasındaki fark anlamlı bulunmamıştır ve bu sonuç diğer çalışmalara benzer şekildedir. Bu durumun örneklem büyüklüğünde hedeflenen sayıya ulaşılamamış olması ve hastalardan birden çok sayıda gaita örneği elde edilememiş olması ile ilişkilendirilmiştir.
Parazitoloji
Halep, coğrafi konumu itibariyle Osmanlı Devleti için İstanbul'dan sonra önemli merkezlerden biri olarak kabul edilmiştir. Şehirle ilgili yapılan çalışmalar sadece şehir hakkında bilgimizi artırmayacak bölgesel çalışmalara ve Osmanlı Devlet tarihi de önemli bir katkı sunacaktır. Bu doğrultuda çalışmamız, 1771-1773 yıllarını kapsayan 10 Numaralı Halep Vilayeti Evâmir-i Sultaniye Defteri'nin transkripsiyonu ve değerlendirmesini içermektedir. Bu defterin incelenmesiyle Osmanlı İmparatorluğu'nun bölgesel politikasını, askeri, toplumsal, siyasi ve idari yapısını anlamamıza yardımcı olabileceğini düşünmekteyiz. Defterin 1768-1774 yıllarında yapılan Osmanlı-Rus savaşı sürecine ait olması dolayısıyla savaş sürecinde merkezi hükümet ile Halep vilayeti arasında geçen yönetim süreçlerini içermesi bakımından da bir değere sahip olduğunu belirtmek gerekir. Bu vesileyle 10 numaralı defter incelenmiştir. 10 Numaralı Halep Vilayeti Evâmir-i Sultaniye Defteri'nin transkripsiyonu ve değerlendirmesi dört bölüm olarak şekillendi. Birinci bölümde, Halep'in tarihi, adının kökeni, tarihçilerin Halep hakkındaki yazıları, coğrafi konumu ve tarihsel ve coğrafi önemine odaklanıldı. İkinci bölümde, Evâmir-i Sultaniye defterleri serisinin Halep Şer'iyye Sicilleri sistemi içinde kayıtlı olmaları sebebiyle şeriyye sicilleri ayrı bir başlıkta ele alınması uygun görüldü. Üçüncü bölümde, 10 Numaralı Halep Vilayeti Evâmir-i Sultaniye defterinin tanıtımı ve transkripsiyon sonrasında elde edilen bilgiler organize edildi ve genel bir değerlendirmesi yapıldı. Vesikaların kısa özetleri tablolaştırıldı. Böylece okuyucu ya da araştırıcılara rehber olması hedeflendi. Ayrıca defterde geçen görevliler tablolaştırıldı. Bu vesileyle monografik bilgiler vesikaların ayrıntılı ve karmaşık metinlerinden çıkarılarak literatüre katkı sağlaması yeni araştırmalara kaynaklık etmesi hedeflendi. Dördüncü bölümde, 10 Numaralı Halep Vilayeti Evâmir-i Sultaniye Defteri'nin özetleri ve transkripsiyonu verildi.
Tarih
Amaç: Kistik ekinokokoziste (KE) tedavi protokolünün planlanabilmesi için tanının erken dönemde, güvenilir şekilde konulması gerekmektedir. KE tanısında, günümüzde bilinen bütün serolojik tanı yöntemlerinden faydalanılmaktadır. Nüklear, mitokondriyel çalışmalar sonucunda E. granulosus'un başlangıçta 10 genotipi (G1-G10) tanımlanmıştır. Son moleküler çalışmalarla bazı türler aynı başlık altında toplanmıştır. Hastalığın gelişiminde suşun virulansı, parazitin genotipi önemlidir. Çalışmamızda ELISA yöntemiyle elde edilen spesifik antikor titreleriyle dizi analizi sonuçları arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Manisa Celal Bayar Üniversitesi Hafsa Sultan Hastanesi ve Ege Üniversitesi Hastanesinde KE tanısıyla opere edilmiş veya Puncture Aspiration Injection Respiration (PAIR) işlemine tabi tutulmuş hastalardan alınan serum örnekleri, ayrıca kist sıvısındaki protoskoleksler, kist membranları toplanmıştır. DNA İzolasyonu, Elektroforez, PCR ve Sekans Analizi yapılmış, aynı hastaların serumları IgG yönünden seropozitiflik durumu Enzyme Linked Immunosorbent Assay (ELISA) yöntemiyle belirlenmiştir. Bulgular: Çalışmada serolojik ve moleküler bulgular benzer bulunmuştur. Sonuçlar: Serolojik ve moleküler sonuçlar karşılaştırılmış ve tüm hastalardaki etkenin Echinococcus granulosus sensu stricto G1/G3 olduğu anlaşılmıştır. Çalışmamız, genotipler ile klinik sonuçlar arasındaki ilişkiyi serolojik araştırması açısından özgün bir nitelik taşımaktadır. Anahtar sözcükler: Kistik ekinokokkozis, seroloji, sekans analizi, ELISA, PCR
Tıbbi Biyoloji
Gemilerin denize indirilmeden önceki imalatı esnasında atmosferik koşullara maruz kalmaktadır. Maruz kalınan atmosferik koşullar gemi imalatında kullanılan çeliklerin korozyona uğramasına neden olmaktadır. Yapılan bu çalışmada, gemi imalat esnasında kullanılan ergitmeli kaynak yöntemlerinin Grade A gemi sacının korozyon öncesi ve korozyon sonrası mekanik özelliklerindeki değişimi ortaya koymak amaçlanmıştır. Bu amaçla Grade-A gemi sacları gazaltı, tozaltı ve örtülü elektrod ark kaynak yöntemleri ile birleştirilmiştir. Daha sonra bu sacların bir kısmı nötral tuz püskürtme işlemine tabi tutulmuştur. Nötral tuz püskürtme işlemine tabi tutulan ve tutulmayan sacların sertlik, çekme dayanımı ve eğme dayanımlarındaki değişimler ortaya konulmuştur. Yapılan çalışmada, gaz altı kaynak yöntemiyle birleştirilen saclarda daha düşük oranda kırmızı pas meydana geldiği ve korozyon sonrası çekme dayanımı ile eğme dayanımlarında daha düşük oranda azalma meydana geldiği görülmüştür.
Gemi Mühendisliği
Amaç: Kan basıncının (KB) sirkadyen bir ritmi vardır ve 24 saatlik süre içerisinde dalgalanmalar gösterir. 24 saat boyunca kan basıncının takip edilmesini sağlayan Ayaktan Kan Basıncı Monitorizasyonu (AKBM) ile yapılan çalışmalardan elde edilen verilere göre; gece KB değerlerinde gündüz değerlerine göre %10 veya daha fazla düşme olması "dipper" HT, %10'dan az düşme olması "non-dipper" HT olarak tanımlanmaktadır. "Non-dipper" HT'li olgularda daha yüksek oranda hedef organ hasarı gelişmekte ve bu durum kardiyovasküler morbidite ve mortaliteyi artırmaktadır. Anormal KB ritminin sol ventrikülün (solV) sistolik fonksiyonunu bozduğu bilinmektedir. Son zamanlarda geliştirilmiş olan iki boyutlu (2B) deformasyon analizi, konvansiyonel ekokardiyografi (EKO) ile tespit edilemeyen subklinik solV disfonksiyonunu erken evrede tespit edebilmektedir. Çalışmamızda, yeni HT tanısı konmuş ve EKO'da ejeksiyon fraksiyonu (EF) normal sınırlarda saptanmış "non-dipper" ve "dipper" hipertansiflerde benek takibi yöntemiyle deformasyon analizi yaparak solV'nin sistolik fonksiyonlarında subklinik bozulma olup olmadığını irdelemeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı polikliniklerinde HT tanısı alan hastalar AKBM sonuçlarına göre "dipper" ve "non-dipper" şeklinde iki gruba ayrıldı. Olgulara transtorasik EKO yapıldı ve geleneksel yöntemlerle sol ventrikülün sistolik fonksiyonları ile duvar hareketleri normal saptananların apikal 4, 3, 2 boşluk kesitlerinden gri skala görüntüleri alındı. Apikal görüntülerin tümünde benek takibi yöntemi ile iki boyutlu global ve segmenter longitudinal strain analizi yapıldı. Her segmentten longitudinal sistolik strain ve strain hızı ölçüldü. Tüm segmentlerin strain ve strain hızı değerlerinin aritmetik ortalaması alınarak global longitudinal strain (GLS) ve strain hızı (GLSH) hesaplandı. Çalışmamıza toplam 40 hasta dahil edildi. Bulgular: Olgu sayısı "non-dipper" grubunda 32, "dipper" grubunda 8 idi. İki grubun yaş ortalaması benzerdi (49.5 ± 12.4 yıla karşılık 52.0 ± 13.5 yıl, p=0.85). Olguların %70'i erkekti. İki grubun diğer demografik özellikleri ile laboratuvar verileri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı. Kardiyovasküler ilaçların tüketimi iki grupta benzerdi. Grupların konvansiyonel EKO verileri karşılaştırıldığında iki grup arasında solV'nin EF'si ile hipertrofi değerleri (duvar kalınlıkları, solV kitlesi ve kitle indeksi) açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı. Hastaların solV sistolik fonksiyonları 2B longitudinal strain görüntüleme ile değerlendirildiğinde her iki grubun ortalama GLS ve GLSH değerleri benzer bulundu. Gruplar arasında segmenter strain verileri karşılaştırıldığında, tüm segmentlerdeki strain ve strain hızı değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı farklılık olmadığı tespit edildi. Sonuç: Çalışmamızda "non-dipper" hipertansiflerin hem global hem de bölgesel iki boyutlu longitudinal strain ve strain hızlarının "dipper" hipertansiflerden farklı olmadığını bulduk. Bununla birlikte, bu yeni tekniğin daha büyük, prospektif çalışmalarla değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Anahtar sözcükler: Hipertansiyon, "non-dipper", sol ventrikülün sistolik fonksiyonu, iki boyutlu longitudinal strain, benek takibi
Kardiyoloji
Giriş ve Amaç: Dünya Sağlık Örgütü'ne (DSÖ) göre çocuk ihmali ve istismarı; 18 yaşın altındaki çocukların sağlığını, sağ kalımını, gelişimini veya ilişkilerdeki güven duygusunu olumsuz yönde etkileyen fiziksel/duygusal/cinsel istismar, ihmal ve diğer sömürü türleriyle sonuçlanan kötü davranışlardır. Çocuklara kötü muamele, mağdurların fiziksel ve zihinsel sağlığı üzerinde yaşam boyu olumsuz etkiler yaratabilecek, bu nedenle toplumu da olumsuz yönde etkileyebilecek küresel ölçekte büyük bir sorundur. Bu çalışmada; Aydın Çocuk İzlem Merkezi'ne başvuran cinsel istismar mağduru çocukların -bilgileri saklı kalacak şekilde- değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda 01/08/2018 ve 01/08/2022 tarihleri arasında Aydın ili Çocuk İzlem Merkezi (ÇİM) 'ne cinsel istismar iddiası ile sevk edilmiş, çocuk ve velisinden görüşme ve muayene için gerekli onamlar alınmış, 18 yaş altı görüşmesi ve muayenesi tamamlanmış olgular dahil edilecek şekilde retrospektif ve tanımlayıcı bir çalışma olarak tanımlanmış olup ifadesinde istismar beyanında bulunmayan ve ifadeleri eksik olan olgular çalışma dışı bırakılmıştır. Aydın Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 26/04/2022 tarih, B.M 2022/2640 sayılı yazısı ve Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Girişimsel Olmayan Klinik Araştırmalar Etik Kurulu'nun 03.10.2022 tarih, E-53043469-050.04.04-250044 sayılı oluru ile çalışma için gerekli izinler alınmıştır. Bulgular: İstismar iddiasında bulunan ve değerlendirilmeye alınan 762 çocuğun değerlendirilmesinde; %84'ünün (n=640) kız çocuğu ve %16'sının (n=122) erkek çocuğu olduğu ve olguların yaş ortalamasının 12,88 olduğu görülmektedir. Mağdur çocukların en çok ilçelerden (%51,8) ve çekirdek ailelerden (%51) başvurduğu tespitedilmiştir. İstismar şüphelilerinin neredeyse tamamının erkek (%98,4) ve tek (%89,9) olduğu ve yaş ortalamalarının ise 27,1 olduğu saptanmıştır. Kız çocuklarının en çok erkek arkadaş (%13), erkek çocuklarının ise en çok akran ve arkadaş (%35,2) istismarına maruz kaldıkları tespit edilmiştir. Kız çocuklarının erkek çocuklarına göre anlamlı derecede fazla aile içi istismara maruz kaldıkları görülmektedir. İstismar olaylarının en çok ebeveynler ile paylaşıldığı (%43,6), aile içi istismar olaylarının (%50,7) , aile dışı istismar olaylarına göre (%34,1) daha fazla tekrarlama eğiliminde olduğu, yıllar geçtikçe başvuru sayısının arttığı tespit edilmiştir. Aile içi istismar olayları aile dışı istismar olaylarına göre daha geç bildirildiği görülmektedir. Mağdurların en çok %43,2'sinin interfemoral ilişki veya sürtünme tariflediği, değerlendirilen olguların %37'sinin muayenesinin yapıldığı, %4,2'sinin gebelik nedeni ile muyenesine gerek duyulmadığı, yapılan vajinal muayenede en çok (%60) 10 günden eski yırtık, anal muayenede ise en çok (%75,2) bulgu olmadığı saptandı. Tartışma ve Sonuç: Çocuğun cinsel istismarı; istismar türleri arasında en zor tespit edileni ve sonuçları bakımından en ağır olanıdır. Çocuklar çeşitli toplumsal ve kültürel baskılar, eğitim eksikliği nedeni ile istismarı tanımlayamadığı için yaşanılan olayları açığa vurmakta oldukça zorlanmaktadır. Aile içi istismarların başvuruların zorluğu nedeniyle görünenden çok daha yüksek olduğu bir gerçektir. Bu nedenle çocuk istismarı; çocuğun, ebeveynlerin ve toplumun bilinçlendirilmesi, devlet politikalarının güçlendirilmesi gibi birçok disiplinin biraraya gelerek mücadele vermesi gereken bir toplumsal sorundur.
Adli Tıp
Son yıllarda moleküler düzeydeki gelişmeler ve nükleik asitlere yoğunlaşan biyomedikal çalışmalar, plazmid DNA'nın ilaç ve gen tedavisi amacıyla kullanıldığı yeni uygulamalara imkan sağlamıştır. Gen tedavisi ve aşı gibi uygulamalarda kullanılan plazmid DNA'nın saflığı, en önemli parametrelerden biridir. Plazmid DNA'nın bu uygulamalarda kullanılmasının amaçlanmasıyla birlikte saflaştırma yöntemleri de geliştirilmeye başlanmış ve bugün amaçlanan ultra saflıktaki plazmid DNA'nın en kısa ve en ucuz yolla elde edilmesini sağlayacak yöntemler, son zamanların gözde konuları arasında yerini almıştır. Bu amaçla kullanılan kromatografik yöntemlerin yanı sıra, piyasada, laboratuvar ölçekte plazmid saflaştırılması için üretilmiş patentli pratik saflaştırma kitleri bulunmaktadır. Bu kitler, kullanıcı amaçlarına göre farklı özelliklerde ve miktarlarda ürün sağlar. Fakat hızla ilerleyen teknoloji, plazmid DNA saflaştırılması için yeni malzeme tasarımlarına ve yeni yöntemlere olanak vermektedir. Yapılan çalışmada bakteri (E.Coli) lizatından plazmid DNA'yı saflaştırmak için manyetik yüklü polimerik nanopartiküllerin sentezi ve uygun etkileşim tamponlarının saptanması amaçlanmıştır. Bu amaçla, ilk önce yaklaşık 44 nm çapındaki manyetit (Fe3O4) partiküller ikili çöktürme yöntemi ile sentezlenmiştir. Sentezlenen manyetik nanopartiküller yüzey aktif madde içermeyen emülsiyon polimerizasyonu yöntemi kullanılarak St/PEG-MA/DMAPM terpolimeriyle kaplanmış ve yaklaşık 104±7 nm boyutlarında partiküller elde edilmiştir. Nanopartiküllerin hücre üzerindeki sitotoksik etkileri MTT testi ile belirlenmiştir. Bu nanopartiküllerin boyutsal karakterizasyonu Zeta Sizer, AFM, yapısal karakterizasyonları ise XRD, FTIR ile yapılmış, VSM ile de manyetik özellikleri belirlenmiştir. Basit alkali lizis işlemine tabi tutulmuş bakteri lizatına, belirlenen adsorpsiyon/desorpsiyon tamponları kullanılarak partikül-tampon sistemi uygulanmış; farklı partikül miktarları ve uygulama süreleri ile elde edilen saflaştırma sonuçları elektroforez yöntemi ile değerlendirilmiştir. Mini ölçekte elde edilen saflaştırılmış plazmid yaklaşık 15 µg civarındadır. Son aşamada, sentezlenen partiküller L929 fare fibroblast hücre hattı transfeksiyonunda vektör olarak kullanılmış ve gen aktarım etkinlikleri incelenmiştir.Sonuç olarak tez kapsamında manyetik yüklü St/PEG-MA/DMAPM kaplı polimerik nanopartiküller sentezlenmiş; partiküllerin plazmid DNA ile etkileşimi için uygun tampon ortamlarında optimum adsorpsiyon-desorpsiyon koşulları belirlenmiş ve bu sistem bakteri lizatından plazmid DNA saflaştırılması amacıyla kullanılarak, verimliliği en bilinen ticari kitlerden biri ile kıyaslanmıştır. Ayrıca saflaştırma amacının dışında, bu tezde sentezlenen partiküllerin gen transfeksiyonunda non-viral vektör olarak kullanımı değerlendirilmiştir.
Biyomühendislik
Amaç: Behçet hastalığı (BH) her çapta arter ve veni etkileyebilen sistemik vaskülitik bir hastalıktır. Vasküler tutulum daha sıklıkla venöz trombozlar olarak karşımıza çıkar. Tromboz mekanizmasında pek çok basamak yer almakta olup bunlardan biri VWF (Von Willebrand Faktör) ve ADAMTS-13 (a disintegrin and metalloproteinase with thrombospondin type 1 motif, member 13) arasındaki kombinasyonun bozulması sonucu trombüs oluşabilmesidir. İşte bu ikili arasındaki dengenin bozulması hemostaz mekanizmasını etkilemektedir. Biz de bu çalışmamızda VWF ve ADAMTS-13 düzeylerinin BH'nin aktivitesi ve BH'de ortaya çıkan tromboz ile ilişkili olup olmadığını inceledik. Materyal Metod: Bu çalışma Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim Dalı'nda 02.08.2018 tarihli ve 60116787-020/51912 numaralı etik kurul onayı ile prospektif olarak yürütülmüştür. Klinik bulgular, eritrosit sedimentasyon hızı (ESH) ve C-reaktif protein (CRP) gibi laboratuvar tetkikleri, VWF, ADAMTS-13 antijen, inhibitör, aktivite, ADAMTS-13 gen polimorfizmi incelendi. VWF, ELİSA yöntemi (elabscience) ile incelendi. ADAMTS-13 antijeni, inhibitörü ve aktivitesi ELİSA yöntemiyle (technozym) incelendi. ADAMTS-13 gen polimorfizmi, DNA izolasyon kiti ile incelendi. Behçet hastalarına yaşam kalitesi ölçekleri uygulandı. Bulgular: Çalışmamıza dahil edilen toplam 83 katılımcının 42'si BH tanılı hastalar, 41'i ise sağlıklı kontrol grubundan oluşmaktadır. Toplam yaş ortalaması 36,62 olan katılımcıların 48'i kadın (%57,8), 35'i erkek (%42,2) olarak belirlendi. Çalışmamızda Behçet tanılı olan 42 hastanın yaş ortalaması 37,73 olup bu hastaların 17'si (%40,5) kadın, 25'i (%59,5) erkek olarak belirlendi. Kontrol grubunda yer alan 41 hastanın yaş ortalaması 35,48 olarak belirlendi. Kontrol grubunda ise 31 kadın (%75,6), 10 erkek (%24,4) mevcut idi. Çalışmamızda yer alan BH'ların tamamında tanı anında oral aft mevcut iken beraberinde genital aft, göz tutulumu, cilt bulgusu veya paterji testi pozitifliği bulgularından en az iki tanesi oral afta eşlik etmekteydi. 17 hastada (%40,5) vasküler tutulum mevcuttu. Behçet hastalarına yaşam kalitesi ölçekleri tarafımızca uygulanmış olup uygulanan bütün ölçekler cinsiyet, yaş, ESH, CRP ile karşılaştırıldığında istatiksel olarak anlamlı fark görülmemiştir. ADAMTS-13 antijeni, BH grubunda ortanca (ortanca 0.57 IU/mL), kontrol grubuna kıyasla daha düşük (ortanca 0.68 IU/mL) belirlenmiştir (p=0,004). ADAMTS-13 inhibitörü, BH grubunda ortanca 18,92 U/mL, kontrol grubunda ortanca 31,99 U/mL olarak belirlenmiştir. Kontrol grubunda daha yüksek inhibitör seviyesi mevcut olup gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur (p=0,004). ADAMTS-13 aktivite (%) BH grubunda ortanca 116, kontrol grubunda 121 olarak belirlenmiştir. Behçet hasta ve kontrol grubu karşılaştırıldığında; hasta grubunda aktivite düşüklüğü mevcut olup, gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur (p=0,042). ADAMTS13 aktivite (%) için vasküler grupta ortanca 110, nonvasküler grupta ortanca 120 bulunmuştur. Behçet hastalarında vasküler olanlarda aktivite yüzdesi daha düşük çıkmıştır ve gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur (p=0,012). Behçet hasta grubunda VWF değerleri ortanca 18,71 (ng/ml), kontrol grubunda ise ortanca 10,96 (ng/ml) olarak belirlenmiştir. Behçet hastalarında VWF değeri önemli ölçüde yüksek çıkmıştır. Vasküler tutulumlu Behçet hastalarında VWF ortanca 18,46 (ng/ml), nonvasküler tutulumlu Behçet hastalarında 19,55 (ng/ml) olarak bulunmuştur. Her iki grup arasında istatiksel olarak anlamlı fark görülmemiştir (p=0,990). ADAMTS13 rs685523 tek nükleotid gen polimorfizmi için yapılan çalışmada Behçet hastalarında 26 wild tip ve 16 het/mut, kontrol grubunda 20 wild tip ve 21 het/mut saptandı. İki grup arasında fark yoktu. ADAMTS13 rs11575933 tek nükleotid gen polimorfizmi üzerinde yapılan çalışmada Behçet hastalarında 26 wild tip ve 16 het/mut tipi, kontrol grubunda 40 wild tip 1 het/mut saptandı. Bu polimorfizmde mutasyonel form Behçet hastalarında anlamlı derecede yüksekti (0.000) Tartışma: Çalışmamızda Behçet hastalarında sağlıklı gruba göre daha düşük ADAMTS-13 antijeni ve aktivitesi bulunmuşken, daha yüksek VWF düzeyleri bulunmuştur. Bilindiği üzere VWF ADAMTS-13 tarafından parçalanır. Behçet hastalarında daha yüksek mutasyona uğramış ADAMTS-13 rs11575933 geni bulundu. Mutasyona uğramış ADAMTS-13 rs11575933 geni, ADAMTS-13'te aktivitenin düşük olmasına neden olabilir ve bu da VWF' nin parçalanmasını azaltabilir. VWF'nin daha küçük moleküllere parçalanmasının bozulması, Behçet hastalarında tromboza yol açan endotel hasarına neden olabilir. Bu çalışma ile ADAMTS-13 Behçet hastalığında ilk kez bakılmıştır. Behçet hastalığı trombozun görüldüğü bir hastalık olup bizde bu çalışmamızda trombozun erken belirlenmesinde VWF ve ADAMTS-13'ün yol gösterici olabileceğini bazı noktalarda belirleyebildik. Bu nedenle ilerleyen dönemlerde çalışmamızın daha geniş örneklem grupları ile daha kapsamlı yapılacak olan araştırmalar ile bulgularımız karşılaştırılarak Behçet hastalığında trombozun tanısında ve tedavisine yeni yaklaşımlara yol gösterici olacağının kanaatindeyiz. Ayrıca kronik hastalık demek yaşam kalitesinin düşük olması demek olmadığını biz bu çalışmamızda göstermiş olduk. Behçet hastalığı kronik bir hastalık olmasına rağmen eğer hastaların takipleri düzenli yapılabilir hastalar remisyonda seyredebilirse veya en azından verilen tedavilerle hastaların şikayetlerinde azalmayı sağlayabilirsek hastaların yaşam kaliteleri bir o kadar daha iyi olacaktır.
Romatoloji
Bu araştırmanın İstanbul İli'nin Fatih ve Avcılar ilçesinde bulunan İstanbul ve Gelişim Üniversiteleri öğrencileri içinden rastgele seçilip, katılmaya gönüllü 302 öğrenci ile yürütülmüştür. Anket ölçeği 4 kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısımda araştırmacı tarafından araştırmanın amacı doğrultusunda literatür taraması yapılmış, araştırmacı tarafından toplanan ve cevaplayıcıların demografik özelliklerini tespit etmek amacıyla yer alan sorular ile cevaplayıcıların ebeveynleriyle; yaşam ve gelecek beklentisi hakkında toplam 16 soru cevaplayıcılara sorulmuştur. Yapılan analiz sonucunda; cinsiyetin, yaşam doyumu düzeyini, sosyal ve kolektif kimlik düzeylerini, bilişsel ve davranışsal sosyal öz-yeterlilik düzeylerini etkilemediği ortaya çıkmıştır. Yaş değişkeninin de, yaşam doyumu düzeyini, kişisel, sosyal ve kolektif kimlik düzeylerini, bilişsel ve davranışsal sosyal öz-yeterlilik düzeylerini etkilemediği kaydedilmiştir. Yapılan analiz sonucunda; babanın ve annenin eğitim durumları, yaşam doyumu düzeyini, sosyal ve kolektif kimlik, Yaşam Doyumu, Bilişsel ve Davranışsal Öz-Yeterlilik düzeylerini etkilemediği saptanmıştır. Bunun yanında Davranışsal Sosyal Öz-Yeterlilik düzeyi ile annenin eğitim durumu arasında anlamlı bir farklılık tespit edilmiştir. Annesi okuryazar olan cevaplayıcılar ile annesi ortaokul ve annesi lise mezunu olan cevaplayıcılar arasında sosyal öz-yeterlilik düzeyinde okuryazar lehine anlamlı bir farklılık tespit edilmiştir.
Psikoloji
Bu tez çalışmasında malzemelerin, sıvı damlası temas açısı (θ) ölçümü verilerine dayalı olarak serbest yüzey enerjilerinin (veya yüzey enerjilerinin) (SYE) hesaplanmasında, kullanılan temas açısı ölçüm sıvısı türünün/çeşidinin etkisi detaylı olarak incelenmiştir. Çalışmalarda düz yüzeyli farklı tür malzemeler kullanılmıştır. Bunlar: seramik malzemeleri temsilen cam, metalik malzemeleri temsilen alüminyum ile titanyum ve polimer malzemeleri temsilen ise polimetilmetakrilat (PMMA), polikarbonat (PC) ve politetrafloretilen (PTFE)'dir. Damla yayınım yöntemiyle gerçekleştirilen temas açısı ölçümlerinde kullanılan polar karakterli sıvılar su, gliserol, formamit ve etilen glikol iken, apolar karakterli sıvılar ise diiodometan, bromonaftalin, dodekan, dekan, oktan, heptan ve hekzan'dır. Her bir malzemenin SYE hesaplamaları için beş farklı yöntem kullanılmış olup, bunlar: Asit-Baz (veya Van Oss-Chaudhury-Good) Yöntemi, Hal Denklemi (veya Neumann) Yöntemi, OWRK-Fowkes (OWRK: Owens–Wendt–Rabel–Kaelble) Yöntemi, Wu Yöntemi ve Zisman Yöntemi'dir. Daha sonra, Hal Denklemi Yöntemi için tekli, OWRK-Fowkes ve Wu Yöntemleri için ikili, Asit-Baz Yöntemi için üçlü ve Zisman Yöntemi için ise beşli sıvı grupları belirlenmiştir. Örneğin, Asit-Baz yönteminde iki polar ve bir apolar sıvı kullanılarak oluşturulan 10 farklı üçlü sıvı grupları şunlardır; S-EG-B, S-EG-D, S-F-B, S-F-D, S-GL-D, S-GL-B, EG-GL-D, EG-F-B, S-F-HEK, S-EG-HEK, S-EG-HEP [S: Su; EG: Etilen glikol; B: Boromonaftalin; D: Diiodometan(veya Metileniodid); F: Formamit, GL: Gliserol; HEK: Hekzan, HEP: Heptan]. Daha sonra ise kullanılan malzemelerin her sıvı grubu ile hesaplanan SYE değerleri, bu sıvı gruplarına göre ortalama SYE değeri ve standart sapmaları (SS) kıyaslanarak yorumlanmıştır. Ayrıca malzemelerin yüzey pürüzlülüğü ile ortalama SYE standart sapmaları arasındaki ilişki irdelenmiştir. Elde edilen sonuçlardan en önemli ikisi şunlardır: (i) Malzemelerin temas açısı verilerine dayalı belirlenen serbest yüzey enerjileri, kullanılan ölçüm/test sıvılarıyla doğrudan ilişkilidir ve test sıvılarının değişmesi SYE değerini kesinlikle ve ciddi oranda etkileyebilmektedir/ değiştirebilmektedir, (ii) malzemelerin yüzey pürüzlüğü ile SYE değerleri arasında mantıklı bir ilişki kurulamamıştır.
Maden Mühendisliği ve Madencilik
Mizah olgusunun karmaşıklığı herkes tarafından kabul edilen yadsınamaz bir gerçektir. Bununla birlikte, yaşamın ve günlük iletişimin de vazgeçilmez bir parçası olan mizah; gerek edebî eserlerde, gerekse bazı sanat dallarında var olan disiplinler arası bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Mizahın karmaşık ve kapsamlı bir çalışma alanı olarak kabul edilmesine ek olarak, mizahi unsurların çevirisi de bir o kadar zor bir süreçtir. Özellikle mizahın kültürle iç içe geçmiş bir kavram olmasından dolayı mizah çevirisi daha da zor bir hâl almaktadır. Fakat bu konuda, araştırmacıların üzerinde mutabık kaldığı bir kurallar dizisi henüz mevcut değildir. Çünkü çeviri çalışmalarında oldukça yeni bir alan olan mizah çevirisi, başlı başına çalışılması gereken ayrı bir araştırma alanı olarak kabul edilmelidir. Ancak Türkiye'de bu alanda yapılmış yeterli ve kapsamlı bir akademik çalışma henüz bulunmamaktadır. Bu sebeple bu tezin amacı, dünyada ve çevrildiği birçok dilde çok satanlar arasında başı çeken, Türkiye'de "çik-lit" olarak da bilinen "chick-lit (chicken literature)" türünde yazılmış romanlardaki mizahi unsurların İngilizceden Türkçeye nasıl aktarıldığı hususuna ışık tutmak ve mizah çevirisi yapacak çevirmenlere ve bu alanda araştırma yapacak akademisyenlere bir bakış açısı sunarak son derece zor bir etkinlik olan mizah çevirisine bir yaklaşım getirmektir. Tezde elde edilen bulgular doğrultusunda, genel olarak çalışmanın sonucunda, çevirmenlerin evrensel mizah türünü hedef dile aktarırken çok fazla sorun yaşamayıp, evrensel mizahı hedef dile daha kolay ve başarılı bir şekilde aktardığı görülürken, kültürel mizah unsurlarını aktarırken zaman zaman sorunlar yaşadığı ve bunun da kültürel mizah kayıplarına yol açtığı saptanmıştır.
Mütercim-Tercümanlık
Günümüz dünyasında değişen tüketim alışkanlıkları ile beraber müşteri hareketlerini anlamak ve pazarlama faaliyetlerine yön vermek oldukça önemli hale geldi. Teknolojinin gelişmesi, yeni sektörlerin doğması, online alışverişin kolaylaşması gibi etmenler ile birlikte müşterilerin piyasadaki ürünlere ulaşma imkanları ve satın alma eğilimleri arttı. Artan hacimle birlikte var olan müşteri potansiyelinin büyüklüğü göz önüne alındığında bir şirket veya kuruluş, mevcutta yer alan müşteri potansiyelini doğru yöneterek şirketin veya kuruluşun büyümesine ve gelişmesine katkı sağlayabilirler. Şirketler veya kuruluşlar, müşterilerini veri analizi yardımıyla sınıflandırarak mevcutta yer alan ürünlerini doğru müşteri kitlelerine pazarlayarak satış oranlarını arttırabilir, zamandan tasarruf kazanabilir, iş gücünü doğru kullanabilir. Bunu sağlamak için ilk yöntemlerden birisi müşterilerin eğilimli oldukları ürünleri bulmak adına yapılan modellemelerdir. Bir müşteri davranışının modellemesi yapılırken veri setlerinde yer alan müşteri bilgileri, müşterilerin davranışlarını anlamak ve ürüne ait eğilim skorlarını bulmak için çok önemlidir. Bir ürüne ait yapılan başarılı satışlar ve başarısız satış denemeleri belirlenerek kalan müşteri havuzundaki müşterilerin o ürüne eğilimi bilimsel yöntemlerle tahmin edilebilir. Bu bilimsel yöntemler bilgisayar ortamında birçok algoritma kullanılarak yapılabilir ve bir makine öğrenmesi sistemi kurulabilir. Girdi verilerinden tahmini bir model oluşturan bu sistem ile öğrenilen model, daha önce hiç görülmemiş müşteri verileri için yararlı tahminler yapabilir. Müşteri eğilim modellemesi yapılırken kullanılacak model için denetimli öğrenme türlerinden olan sınıflandırma modelleri kullanılabilir. Sınıflandırma işlemi, bir veri seti üzerinde tanımlı olan çeşitli sınıflar arasında veriyi dağıtmaktır. Sınıflandırma modelleri, verilen eğitim kümesinden bu dağılım şeklini öğrenir ve sınıfın belirli olmadığı bir test kümesini doğru şekilde sınıflamaya çalışır. Sınıflandırma modellerinde tahmin edilen bağımlı değişken kategoriktir. Bağımlı değişken müşterinin ürünü satın alıp almaması -hedef değişkeni- olurken, bağımsız değişkenler ise müşteriye ait bilgileri içeren değişkenleridir. Şirketler veya kuruluşlar, var olan kaynaklarını doğru yönlendirerek, hem ürünleriyle topluma faydalı bir şekilde hizmet etmek hem de kendi varlıklarını sürdürebilir kılmak için müşteri davranışlarını doğru tanımlamaya çalışmalıdır. Bunun için de müşterilere sunulacak ürün ve hizmetler için pazarlama faaliyetleri belirlenirken müşterilerine özel eğilim ve segmentasyon çalışmaları yapılmalıdır. Oluşturulan modeller ile ürün ve hizmetlerin sunumu için rastgele kitlelere efor harcamak yerine, modelleme sayesinde özellikleri belirlenmiş kitlelere ulaşarak optimizasyon sağlanmalıdır. Sigortacılık sektöründe satışlar genellikle çağrı merkezleri üzerinden yapılmaktadır. Aranacak kitlenin sunulacak ürüne eğilimi yüksek kişilerden oluşması bu optimizasyonu sağlayacaktır.
İstatistik
Bu araştırma, YÖK'e bağlı olarak faaliyet gösteren devlet ve vakıf üniversitelerinin Gastronomi ve Mutfak Sanatları (GMS) bölümlerinde uygulanan Türk Mutfağına yönelik dersler ile Türk Mutfak Kültürü ve Uygulamaları dersi ders programının sektör ihtiyaçlarını karşılamadaki başarısı hakkında bilgi toplamak, uzman kişilerin görüşlerine dayanarak konuyu tartışmak ve elde edilen bulguları yorumlayarak GMS lisans eğitimine yönelik sektör ihtiyacını karşılayacak Türk Mutfak Kültürü ve Uygulamaları dersi ders izlencesini önermek amacıyla hazırlanmıştır. Sektörde çalışan mezunların Türk Mutfağı hakkında yeterli teknik bilgi ile pratik beceriye sahip olup olmadıkları ve aldıkları eğitimin bu alandaki başarılarına etkisi konusu araştırmanın birincil problemidir. Üniversitelerin Gastronomi ve Mutfak Sanatları bölümlerinde verilen Türk Mutfağına yönelik dersler ile Türk Mutfak Kültürü ve Uygulamaları derslerinde takip edilen yöntem ve ders içeriklerinin bir bütünlük arz edip etmediği ise araştırmanın bir diğer problemidir. Yapılan literatür taramasında bu konu ile ilgili benzer bir araştırmaya rastlanmamıştır. Bu nedenle, konuyu daha derinlemesine araştırabilmek için öncelikle nitel araştırma şeklinde planlanan çalışma pandemi şartları nedeniyle karma yönteme dönüştürülmüştür. Nitel araştırma yöntemlerinden yarı yapılandırılmış görüşme tekniği seçilmiş; verilerin analizinde de içerik analizi yöntemi kullanılmıştır. Pandemi şartları nedeniyle zorunlu kalındığı ulaşılamayan denklerin görüşleri hazırlanan anketlerle toplanmıştır. Veri toplanması aşamasında öncelikle, Türk Mutfağı konusunda 15 yıldan fazla deneyimi olan aşçıbaşılar, GMS bölüm başkanları ile Türk Mutfak Kültürü ve Uygulamaları dersi veren öğretim elemanları, ulusal ve uluslararası alanda yayın yapmış konunun uzmanı araştırmacıların deneyim ve bilgilerine başvurulmuştur. İkinci olarak üniversitelerin öğretim programları ve Türk Mutfak Kültürü ve Uygulamaları ders izlenceleri incelenmiştir. Üçüncü olarak, ulaşılabilen en eskisinden başlayarak Türk Mutfağı konusunda yazılmış eserler incelenmiştir. Sonuç olarak Türk Mutfağına yönelik derslerde ve Türk Mutfak Kültürü ve Uygulamaları derslerinin içeriklerinde bir birlik olmadığı; her üniversite, kurum ve kuruluşun farklı yaklaşımlar izlediği, uygulama derslerine teorik derslerden daha az vakit ayırıldığı, GMS bölüm sayısının hızlı artışına yetişecek ölçüde öğretim elemanı yetişmediği, öğretim elemanlarının çoğunun sektör tecrübesi olmadığı, GMS bölümlerinin ve özel eğitim kurumlarının çoğunun yeterli teknik donanım ve malzemeye sahip olmadıkları sonucuna ulaşılmıştır. Bu durum Türk Mutfağının bilimsel olarak araştırılmasını, uygun eğitim ortamının yaratılmasını, sektörün geliştirilmesini ve tanıtımını olumsuz yönde etkilemektedir. Bu olumsuzlukların ortadan kaldırılması için Türk Mutfağı eğitiminde temel bir ders izlencesi şablonu oluşturulması gerektiği düşünülmektedir. Bu amaçla, tez sonucunda GMS bölümlerinde uygulanabileceği değerlendirilen, iki akademik dönemi kapsayan, 28 haftalık bir Türk Mutfak Kültürü ve Uygulamaları Lisans Ders izlencesi (syllabus) önerisi oluşturulmuştur. Araştırmanın birincil problemi olan; sektörde çalışan mezunların Türk Mutfağı hakkında yeterli teknik bilgi ile pratik beceriye sahip olup olmadıkları ve aldıkları eğitimin bu alandaki başarılarına etkisi konusuyla ilgili olarak elde edilen verilere göre, mezunların sektör ihtiyaçlarını karşılamak konusunda yetersiz oldukları değerlendirilmiştir. Bu soruna yönelik olarak üniversite, kurum ve özel kuruluşların, önerilen bu şablona kendi imkânları çerçevesinde mümkün olan en yüksek düzeyde uyarak oluşturacakları eğitim programı ve Türk Mutfağı Kültürü ve Uygulamaları ders izlencesinin, sektörün ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelikte teknik bilgi ve pratik beceriye sahip mezunlar verebilmelerine önemli katkıları olacağı değerlendirilmektedir.
Gastronomi ve Mutfak Sanatları
İlk kez Laennec tarafından 1819'da tarif edilen bronşektazi, kronik nekrotizan enfeksiyon nedeniyle oluşan patolojik değişiklikler sonucunda bronşların anormal ve kalıcı dilatasyonudur. Bronşektazinin medikal tedavisini, uygun antibiyotik seçimi, postural drenaj, bronkodilatatör ve kortikosteroid kullanımı oluşturmaktadır. Cerrahi tedavi yaygın bronşektazili olgulardan daha ziyade, izole lober bronşektazisi olan hastalarda uygulanmaktadır. Cerrahi tedavide en iyi sonuçlar, akciğer fonksiyon kaybının az olduğu hastalarda elde edilmektedir. Palyatif cerrahi ise medikal olarak semptomların düzeltilemediği ve enfeksiyonların kontrol altına alınamadığı olgularda uygulanabilmektedir.Pnömotoraks, plevranın iki yaprağı arasında hava toplanması sonucunda, akciğerin kısmen veya tamamen çökmesi ile sonuçlanan bir klinik tablodur. Altta yatan görünür herhangi bir akciğer patolojisine bağlı olmadan, kendiliğinden gelişen pnömotoraksa, primer spontan pnömotoraks denir. Primer spontan pnömotoraks genellikle akciğerin bir alanında lokalize olan büllerin yırtılması ile oluşur. Sekonder spontan pnömotoraks ise altta yatan bir akciğer patolojisine bağlı olarak, en sık yaşlı amfizemli hastalardaki büllerin yırtılmasıyla oluşurken, kistik fibrozis, astım, langerhans hücreli granülomatozis, sarkoidozis, akciğer absesi, tüberküloz ve pneumocystis pnömonisi nedeniyle de oluşabilmektedir. Tekrarlayan spontan pnömotoraks, sağlıklı genç hastalarda (primer spontan pnömotoraks) olabileceği gibi altta yatan akciğer hastalığı olan (sekonder spontan pnömotoraks) kişilerde de oluşabilmektedir. Spontan pnömotoraksın tedavisinde, iğne ile aspirasyon, birinci epizod pnömotoraksda tüp drenajı ve/veya kimyasal plörodezis, süreklilik gösteren veya tekrarlayan olgularda ise video yardımlı toraks cerrahisi (VATS) veya torakotomi ile cerrahi tedavi uygulanmaktadır.Galectin-3, lektin ailesinden, ß-galaktozid bağlayıcı bir proteindir. Ekstrasellüler alanda, bazal membrandaki laminine bağlanmak için integrin reseptörleri ile yarışarak, solunum epiteli hücrelerinde proliferasyona neden olabilmektedir. Galectin-3, epitel proliferasyonu/apopitozisi üzerine olan etkileri ve nötrofil aktivasyonuna neden olması ile, akciğer kanseri ve astım gelişiminden sorumlu tutulmaktadır. Galektin-3'ün epitel değişiklikleri ve nötrofil infiltrasyonu ile karakterize bir hastalık olan bronşektazideki rolü ve ayrıca primer spontan pnömotoraksdaki rolü henüz bilinmemektedir.Bu çalışmada bronşektazi tanısı ile lobektomi ve/veya wedge rezeksiyon yapılan hastalar ile primer spontan pnömotoraks tanısı alıp wedge rezeksiyon yapılan hastaların akciğer dokularındaki galektin-3 ekspresyonu incelendi. Bronşektazi ve pnömotoraksda hava yollarında oluşan histopatolojik değişikliklerin daha ayrıntılı olarak incelenmesi bu hastalıkların etyopatogenezinin aydınlatılmasına, hastalıkların daha iyi anlaşılmasına ve yeni tedavi yaklaşımlarının geliştirilmesine katkı sağlayacaktır.
Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi
Bu çalışmanın amacı egzersiz alışkanlığı olmayan kadınlarda M-Gravity programının postür, fiziksel uygunluk, yaşam kalitesi, depresyon ve uyku kalitesi üzerine etkilerinin değerlendirilmesidir. Çalışmaya toplam 40 kadın birey dahil edildi. Özel bir spor merkezine egzersiz için başvurmuş 20 kadın birey egzersiz grubuna dahil edilirken kontrol grubu olarak 20 düzenli egzersiz alışkanlığı olmayan kadın çalışmamıza dahil edildi. Egzersiz grubuna haftada iki gün ayda 8 seans olacak şekilde, 60 dakika M-Gravity egzersiz yaptırıldı. Her iki grubun postür analizi New York Postür Analizi ile değerlendirildi. Fiziksel uygunluk parametrelerinden esneklik için hamstring ve pektoral kasların esnekliği değerlendirildi ve endurans düzeyi için plank pozisyonunda durma süresi değerlendirildi. Gövde stabilizasyonu Stabilizer pressure biofeedback (Chattanooga Stabilizer) ile değerlendirildi. Kadınların algılanan sağlık düzeyleri Nottingham Sağlık Profili (NSP) anketi ile değerlendirildi. Beck Depresyon Ölçeği ile depresyon seviyeleri değerlendirildi. Uyku kalitesinin ölçümü ise Pittsburgh Uyku Kalitesi İndeksi (PUKİ) ile yapıldı. Egzersiz öncesi ve 4 hafta sonrası olacak şekilde iki değerlendirilme yapıldı. Sonuç olarak egzersizler sonrasında; New York Postür analizi, endurans süresi, Hamstring sağ-sol ve stabilizer puanları istatistiksel olarak anlamlı şekilde M-Gravity egzersiz grubunda daha yüksekti (p<0,05). Pektoral sağ-sol ve NSP puanları ise istatistiksel olarak anlamlı şekilde kontrol grubunda daha yüksekti (p<0,05). Depresyon ölçeği ve uyku kalitesi ortalamaları ise gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermedi (p>0,05). Sonuç olarak bu çalışmada egzersiz alışkanlığı olmayan kadınlarda sekiz M-Gravity programının postür, fiziksel uygunluk, yaşam kalitesi, depresyon ve uyku kalitesi üzerine olumlu etkilerinin olabileceği sonucuna varılırken literatürde ilk defa araştırılan bu egzersiz programı ile düzenli egzersiz alışkanlığı olmayan kadınlarda pozitif etkilerin ortaya çıkarılabileceğini düşünmekteyiz.
Fizyoterapi ve Rehabilitasyon
Geçmiş yüzyılın son çeyreğinden bu yana, bir sosyo-kültürel manipülasyon aracı olarak yazın çevirisi çeviribilim alanında çokça tartışılan bir konu haline gelmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak yazın çevirisi köklü bir yeniden yapılandırma projesinin başlıca ayaklarından biri olmuştur. Rusçadan yapılan çevirilere ise özellikle 1960'lı-1980'li yıllar döneminde siyasi bir temsil görevi yüklenmiştir. Rus Klasikleri adıyla bilinen yapıtlar kimi zaman sol yazın olarak değerlendirilmiş, kimi zaman yeniden klasik konumlarına dönmüştür. Ölü Canlar, 100 Temel Eser listesinde yer alan bir yapıt olarak klasik niteliğinin yanı sıra ders materyali niteliğini edinmiştir. Bu çalışma, romanın 1950-2010 yılları arasında yayımlanan altı çevirisini mercek altına alarak tarihsel, söylemsel ve metinsel verilerin desteğiyle kültürel ortamının çeviri normlarına yansıyıp yansımadığı, yansıdıysa nasıl yansıdığı sorusuna yanıt bulmayı amaçlamaktadır. Bu amaçla José Lambert – Hendrik van Gorp'un betimleyici modelinden ve André Lefevere'in himaye (patronaj) kavramından yararlanılmıştır. Antoine Berman'ın "Yeniden Çeviri Savı" metinsel incelemeyle sınanmıştır. Elde edilen bulgular çalışmanın sonuç bölümünde yer almaktadır. Anahtar Sözcükler: Rusça, yazın çevirisi, Gogol, Ölü Canlar, himaye, Yeniden Çeviri Savı
Mütercim-Tercümanlık
Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), kalıcı hava akımı kısıtlaması ile karakterize, çevresel etkenler ile genetik yatkınlık neticesinde gelişen, heterojen bir hastalıktır. Bu çalışmada KOAH ile güçlü seviyede ilişkilendirilmiş genler olan; IREB2, FAM13A, ADAM19 yaygın polimorfizmleri ile KOAH yatkınlığı ve şiddeti ile ilişkisini incelemeyi amaçladık. İlk olarak GOLD'un KOAH tanımlamasına uygun olarak persistan hava akımı kısıtlaması olan toplam 110 hastanın klinik verileri elde edildi. Periferik kandan elde edilen DNA ve spesifik primerler ile PCR yapıldı ve sonrasında ABI Prism 3500 cihazında Sanger dizileme yöntemi ile ADAM19, FAM13A, IREB2 genleri dizi analizleri tamamlandı. IREB2 rs2568494 GA genotipi ile KOAH hastalık yatkınlığı arasında anlamlı ilişki saptandı. FAM13A rs2869967 TC genotipi olanlarda solunum yetmezliği görülmesi riski 3.758 kat, mMRC  2 olma riski 2.359, daha fazla olduğu görüldü. FAM13A TC olan hastalarda GOLD B+D oranı (%74,4), FAM13A TC olmayanlara göre (%55,2) anlamlı derecede yüksekti. ADAM19 AG varyantı olanlarda istatistiksel anlamlı olarak FEV1 değerinin daha düşük seyrettiği, veriler değerlendirildiğinde IREB2 heterozigot varyantın KOAH hastalığı ile ilişkisi olabileceği görüldü. FAM13A TC varyanta sahip bireylerde KOAH gelişmesi halinde daha semptomatik seyredebileceği görüldü. Benzer şekilde ADAM19 rs1422795 AG genotipi ile hastalığa yatkınlık arasında ilişkisi saptanmadı ancak FEV1 değerlerinin hastalarda daha düşük olduğu tespit edildi. Bu çalışma sonucunda ADAM19, FAM13A, IREB2 genlerinin KOAH patofizyolojisinde yer alabileceği gösterildi. Çalışmamızda gösterilen farklı yolaklardaki ilişkiler, KOAH heterojenitesini yansıtan yeni yolakları belirlemek için çok önemlidir.
Genetik
Hemotropik mikoplazmalar, kültürleri yapılamayan, eritrosit tropizmi gösteren ve infekte konakçılarda değişen derecelerde hemolitik anemiye neden olan bakterilerdir. Hemotropik mikoplazma türlerinin klasik yöntemlerle identifikasyonları yapılamadığından dolayı moleküler yöntemlerle teşhisleri yapılmaktadır. Araştırmamızda kedi ve köpeklerde hemotropik mikoplazma varlığının ve karakterizasyonlarının moleküler teknikler kullanılarak yapılması amaçlanmıştır. Araştırmamızda kedi ve köpeklerden alınan 100'er tane tam kan örneklerinde hemotropik mikoplazma etkenlerinin varlığı PCR ile incelenmiştir. Köpek örneklerinin 66 (% 66)'sında hemotropik Mycoplasma sp. varlığı ortaya çıkarılırken, kedi örneklerinde ise hemotropik Mycoplasma sp. varlığına rastlanmamıştır. Köpek hemotropik Mycoplasma sp. izolatlarının Sanger sekans ile yapılan tiplendirmeleri sonucunda, 66 örneğin 6 (% 9,0)'sı Mycoplasma haemocanis; 5 (% 7,6)'i Candidatus Mycoplasma hematoparvum; 1 (% 1,5)'i Candidatus Mycoplasma haemominutum; 34 (%51,5)'ü Mycoplasma wenyonii olarak tiplendirilmiş ve 20 (% 30,4) örnekte ise tiplendirme yapılamamıştır. Sekans sonucu Mycoplasma haemocanis identifiye edilen hayvanların 5 (% 83,0)'inde, Candidatus Mycoplasma haematoparvum identifiye edilen hayvanların 3 (% 60,0)'ünde, Mycoplasma wenyonii identifiye edilen hayvanların 20 (% 59,0)'sinde anemi tablosu bulunduğu tespit edirken, 18 adet M. wenyonii izolatı saptandığı hayvanlarda (% 27,2) ise anemi tablosu olmadığı belirlenmiştir. Araştırmamızın sonucunda, anemili/anemisiz köpek tam kan örneklerinde hemotropik mikoplazma türlerinin varlığı ve tiplendirmeleri moleküler yöntemler kullanılarak yapılmıştır.
Mikrobiyoloji
İşsizlik, sosyal ve ekonomik yönden yarattığı olumsuz etkiler nedeniyle ülkelerin karşılaştığı en önemli problemlerden biridir. Bu nedenle işsiz kalma sürelerinin ve olasılıklarının modellenmesi önemlidir. Aktüeryal açıdan bakılacak olursa, işsizlik sigortası primlerinin doğru belirlenebilmesi için bu olasılıkların ve sürenin de doğru modellenmesi gerekmektedir. Çalışmada 2003 yılı için TÜİK'ten alınan Hanehalkı İşgücü Anketi panel verisi kullanılmıştır. Yapılan tüm çözümlemelerde cinsiyet, yaşanılan yer, yaş, eğitim düzeyi ve kişilerin sosyal güvenlik durumu değişkenlerinin etkisi araştırılmıştır. İlk olarak, 2003 yılının ilk iki çeyreği arasında istihdam, işsizlik ve iş gücü dışı durumları arasındaki geçiş olasılıkları Markov zinciri yardımıyla incelenmiş daha sonra bu geçişleri etkileyen etmenler ikili lojit modeller kullanılarak çözümleme yapılmıştır. Elde edilen lojistik regresyon çözümlemesine göre eğitim düzeyi arttıkça, kişilerin işlerini kaybetme olasılığının düştüğü görülmüştür. Bunun yanında, herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna bağlı çalışan erkeklerin de işsizliğe geçiş olasılığının, kayıt dışı çalışan bir kişiye göre daha az olduğu söylenebilir. Ayrıca, bugünkü sistem altında işsizlik sigortası primlerinin daha doğru belirlenebilmesi için SSK'ya bağlı olarak çalışan kişilerin istihdamdan işsizliğe geçiş olasılıkları ikili lojit model çözümlemesi kullanılarak incelenmiştir. Bu çözümleme sonucunda evli kişilerden ve herhangi bir okuldan mezun olmuş bireylerden daha az prim alınması önerilmiştir. Son bölümde ise, işsizlik süresi parametrik olmayan, yarı parametrik ve parametrik yöntemlerle modellenmiştir. Buna göre Türkiye'de, kırsal alanda yaşayan kişilerin, erkeklerin ve evli bireylerin işsizlik süresi daha kısadır. İşsizlik sürelerinin etkisi düşünüldüğünde, kırsal alanda yaşayan kişilerden, erkeklerden ve evli bireylerden daha az işsizlik sigortası primi alınması önerilebilir.
Aktüerya Bilimleri
Sunulan bu çalışmada, streptozotosin (STZ) ile oluşturulan diyabetik rat modelinde ardıç (Juniper berry; JB) yağının antidiyabetik etkisi histopatolojik, immunohistokimyasal ve biyokimyasal olarak araştırıldı. Bu amaçla, 40 adet erkek Wistar albino rat rastgele seçilerek; kontrol, diyabetes mellitus (DM), DM + akarboz, DM + ardıç yağı ve ardıç yağı olmak üzere beş gruba ayrıldı. Deneysel diyabet, tek dozluk (55 mg/kg, periton içi [i.p]) STZ enjeksiyonu ile oluşturuldu. DM + ardıç ve ardıç grubu ratların yemlerine 50 ml/kg ardıç yağı katılarak verildi. 28 günlük deneme süresi sonunda ratlar sakrifiye edilerek kan ve doku örnekleri alındı. Alınan doku örnekleri Hematoksilen & Eozinle (H & E) ile boyanarak histopatolojik inceleme yapıldı. İmmunohistokimyasal olarak pankreas dokusunda insülin immun-ekspresyonu çalışıldı. Serumda ise ALT, AST, ALP, LDH, total kolesterol, trigliserit, kreatinin ve üre düzeyleri araştırıldı. Histopatolojik olarak DM grubu ratların karaciğer dokusunda hepatositlerde dejenerasyon, böbreklerde tubulus hücrelerinde dejenerasyon ve nekroz, glomerular yapıda bozulma ve pankreas dokusunda langerhans adacıklarının belirgin hücre kaybı sonucu normal görünümlerinin bozulduğu gözlendi. Bu histopatolojik değişikliklerin DM + ardıç grubunda önemli derecede azaldığı tespit edildi. İmmunohistokimyasal olarak Beta (β) hücrelerde STZ'nin neden olduğu dejeneratif değişiklikler sonucu DM grubunda insülin immünoreaktif hücre sayısında azalma tespit edildi. Ardıç yağı ile tedavi sonucu immünoreaktif β hücrelerin sayısında önemli ölçüde artış belirlendi. Biyokimyasal sonuçlar, ardıç yağı tedavisi sonucu ALT, AST, üre ve kreatinin değerlerinde önemli iyileşme sağlandığını gösterirken, kan glikoz düzeyinde önemli düşüş belirlendi. Bu sonuçlar, ardıç yağının ratlarda STZ ile oluşturulan diyabete karşı koruyucu etkiye sahip olduğunu ortaya koydu.
Patoloji
Yapılan çalışma sırasında, mullit/zirkonya kompozit üretimi için alümina kaynakları olarak alumina (Al2O3) ve kaolen (Al2O3.2SiO2.2H2O), silika ve zirkonya kaynağı olarak zirkon (ZrSiO4) kullanılmıştır. Çalışmalarda hem düşük sıcaklıklarda ürün sentezlemek, hem de zirkonyanın faz dönüşümlerine etkisi olacağı düşünülerek bor mineralleri olan kolemanit (Ca2B6O11.5H2O), üleksit (NaCaB5O9.5H2O) ilave edilmiş ve reaksiyon sinterlemesi sonucu oluşan ürünlerin faz ve mikroyapı analizlerinin yanı sıra mekanik karakterizasyonları yapılmıştır.Zirkon, alumina ve kaolen, tepkime için gerekli olan stokiometrik oranlarda, kolemanit ve üleksit ise ağırlıkça sırasıyla %7 ve %8 miktarlarda karıştırılmıştır. Malzemelerin karıştırma işlemi gezegensel (planetary) değirmende etil alkolde yapılmış ve boyutları mikron altına indirilmiştir. Mekanik öğütülmüş bu tozlar tek eksenli Calver marka pres cihazıyla pelet ve çubuk şeklinde şekillendirilmiştir. Sinterleme 1450 0C, 15000C ve 15500C'de 5 saat süreyle gerçekleştirilmiştir.Sinterlenen ürünlerin pişme küçülmeleri dijital kumpasla ölçülmüş, yığınsal yoğunluğu Arşimet yöntemi ile bulunmuştur. Belli miktarlardaki kolemanit ve üleksitin düşük sıcaklıklarda sinterlemeye olanak sağlayarak malzemenin yoğunlaşmasında olumlu etkisinin olduğu görülmüştür.X-Işınları Difraksiyon eğrileri alınarak tepkime sonucu oluşan fazlar saptanmış ve buna göre, hiçbir katkı içermeyen kompozisyonda 1450 ve 15000C'de mullit, monoklinik zirkonya ve tetragonal zirkonya ana piklerin yanında az miktarda parçalanmayan zirkon ve az miktarda korundum piklerine ait izlere rastlanmıştır. 1500 ve 15500C'de 5 saat sinterlenen karışımların XRD paternleri karşılaştırıldığında, mullit, monoklinik zirkonya ve tetragonal zirkonyaya ait ana piklerin şiddetlerindeki az bir farkla benzerlik görülmüştür.1450, 1500 ve 15500C'de sinterlenmiş kompozitlerin mikroyapıları SEM kullanılarak analiz edilmiştir. Sinterlenmiş ürünlerin eğme mukavemetleri ve Elastik modülleri Instron 5581 cihazında 3 ? Nokta Eğme metoduyla belirlenmiştir. Elde edilen sonuçlarda en yüksek yoğunluk, elastik modülü ve eğme mukavemeti değerine 15000C'de kolemanit ilavesiyle üretilen kompozit malzemenin sahip olduğu görülmüştür. Aynı şekilde üleksit ilavesiyle üretilen kompozit malzemenin sahip olduğu en yüksek yoğunluk, elastik modülü ve eğme mukavemeti 15500C'de gerçekleşmiştir.
Seramik Mühendisliği
Bu çalışmada, (-)-epigallokateşin gallat (EGCG) ve kafeik asit fenetil esterin (CAPE) genotoksik ve MMC ve H2O2 tarafından oluşturulan hasarlar üzerindeki antigenotoksit etkileri, insan periferal lenfositlerinde, kromozom anormalliği (KA), kardeş kromatid değişimi (KKD), mikronükleus (MN) ve comet testleri kullanılarak belirlenmiştir. EGCG ve CAPE tek başına önemli genotoksik etki oluşturmamıştır. Mutajenlerle birlikte kullanıldıklarında, KA testinde EGCG potantiye edici, CAPE ise antiklastojenik etki göstermiştir. KKD ve MN testinde her iki polifenol genelde önemli antimutajenik ve antiklastojenik etki gösterirken, comet testinde düşük konsantrasyonlarda primer DNA hasarını engelleyici, yüksek konsantrasyonda ise DNA hasarını uyarıcı etki göstermiştir. Ayrıca her iki polifenol, antimitotik etkilidir.
Genetik
Bu çalışma kapsamında endüstriyel atık sulardan bor arıtımı için Kümaş Manyezit A.Ş.'ye ait kalsine dolomitin kullanılabilirliği araştırılmıştır. Bunun için ilk olarak dolomit cevheri 100°C aralıklar ile 600-1200°C'de kalsine edilmiştir. Cevherin ve kalsine edilmiş örneklerin karakterizasyonu için X-ışını floresans spektrometresi (XRF), X-ışını difraktometresi (XRD), taramalı elektron mikroskobu (SEM), termogravimetrik analiz (TGA) ve yüzey alanı ölçüm cihazı (BET) kullanılmıştır. Kalsine dolomitlerin aktiflikleri hidratasyon ve sitrik asit testleri ile belirlenmiştir. Bu testler sonucunda 1100°C'de kalsine edilen yapının adsorpsiyon deneylerinde kullanılmasına karar verilmiştir. Adsorpsiyon sürecine dolomit miktarı ve karıştırma süresinin etkisi incelenmiş, adsorban miktarı arttıkça % giderim değerinin arttığı belirlenmiştir. 2400 ppm olan bor başlangıç derişimi %0,5 kalsine dolomit varlığında yaklaşık 1200 ppm'e düşerken, %1,25 kalsine dolomit varlığında bu değer yaklaşık 320 ppm (%85'lik arıtım) olmuştur. Adsorpsiyon verilerinin yalancı-ikinci-dereceden kinetik modele uyduğu belirlenmiş, maksimum adsorpsiyon kapasitesi 234 mg/g'a kadar yükselmiştir.
Kimya
Havalimanı sürdürülebilirlik sıralamalarının öğrenilmeye çalışıldığı bu çalışmada havalimanı işletme performanslarının ve havalimanlarının bulundukları bölgelere sağladığı toplumsal faydaların arttırılması amaçlanmıştır. Yapılan literatür araştırması neticesinde sürdürülebilirlik kriterlerinden oluşan hiyerarşik bir havalimanı sürdürülebilirliği modeli oluşturulmuştur. Bu model dört ana sürdürülebilirlik kriteri, dokuz ikinci derece ve 36 alt sürdürülebilirlik kriterinden oluşmaktadır. Havalimanı Sürdürülebilirlik modelinde havalimanında çalışmakta olan yönetici ve çalışanlara Analitik Hiyerarşi Süreci ve İdeal Çözüme olan Uzaklığı ile Alternatif Seçim Tekniği (TOPSIS) yöntemlerinin uygulandığı anketler uygulanmıştır. Konunun uzmanlarının görüşleri ile havalimanları sıralanmıştır. Anketler Atatürk, Sabiha Gökçen, Adana, Esenboğa ve Gaziantep Havalimanları için gerçekleştirilmiştir.Araştırma sonuçlarına göre havalimanı işletilmesi ile doğrudan ilgili olan kriterlerin (emniyet ve acil durum yönetimi, erişilebilirlik, mania kontrolü) önem dereceleri yüksek çıkarken havalimanının neden olduğu çevresel sorunların azaltılmasına yönelik kriterlerin (hava kalitesi, verimli enerji kullanımı, verimli su kullanımı) önem dereceleri daha düşük bulunmuştur. Ayrıca sürdürülebilirlik kriterlerine göre yapılan sıralama sonuçlarına göre Sabiha Gökçen Havalimanı ilk sırada yer alırken, Adana Havalimanı'nın sıralamada son sırada olduğu bulunmuştur.
Sivil Havacılık
Kristal büyütme ve mikrofabrikasyon teknolojilerindeki hızlı gelişme son yirmi yılda yarı iletken aygıtların ve teknolojilerin çok hızlı bir şekilde gelişmesine yol açmıştır. Bunların arasında en önemlilerinden birisi de rezonans tünelleme olayı ve diyotları (RTD)dir. Bu çalışmada tünelleme olayı kuantum mekaniksel olarak incelenmiş uygulama alanı olarak GaAs/AlAs kuantum kuyu sistemi için geçme katsayısı ve akım hesaplamaları yapılmış, akım-voltaj grafikleri çizilmiştir. Akım gerilim grafiğinde negatif diferansiyel direnç bölgesinin olduğu ve akımın maksimum (tepe) ve minumum (çukur) olduğu noktalar araştırılmıştır. Rezonans tünel aygıtlarının yüksek frekanslı sinyal üretimi, yüksek hızlı anahtarlama gibi güncel uygulamaları bulunmaktadır. Bu çalışmada elde edinilen bilgiler optik iletişim teknolojisinde yeni aygıt tasarımlarında kullanılacaktır.
Fizik ve Fizik Mühendisliği
Amaç: Bu çalışmada, TİO tanısı konulmuş olan hastaların kontrast duyarlılık seviyelerinin normal sağlıklı bireyler ile karşılaştırılması amaçlanmıştır.Metod: Kliniğimize başvuran 20 ile 65 yaş arası kadın ve ya erkek, graves oftalmopati tanısı ile takipli, görme keskinliği normal veya normale yakın olan 20 hasta ve benzer özelliklerde sağlıklı 20 bireyden oluşan kontrol grubunun kontrast duyarlılık fonksiyonları prospektif olarak değerlendirildi. Göz muayene bulguları kaydedildi. Kontrast duyarlılık fonksiyonları 1.5, 3, 6, 12 ve 18 cpd olan beş frekansta ` Functional Acuity Contrast Test' (F.A.C.T.) ile ölçüldü. Tüm veriler istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Sonuçlar hasta ve kontrol grupları karşılaştırmaları ile değerlendirildi.Bulgular: Optik nöropati bulunmayan TİO' li olgularda kontrast duyarlılık fonksiyonu sonuçları kontrol grubu ile karşılaştırıldığında tüm uzaysal frekanslarda istatistiksel olarak anlamlı düşük bulundu (p<0.05). TİO olguları ile ve sağlam olguların sağ ve sol gözlerinin kontrast duyarlılık fonksiyonları karşılaştırıldığında; KDF' nun daha yüksek frekanslarda (B, C, D, E frekansında) daha belirgin olarak etkilenmiş olduğu tespit edildi (p<0,05). Hasta grubunun sağ gözü ile sol gözü arasında ve kontrol grubunun sağ gözü ile sol gözü arasında kontrast duyarlılık fonksiyonu sonuçları karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir fark tespit edilmedi (p> 0,05). TİO' li gözlerin hertel ve KAS değerleri ile kontrast duyarlılık fonksiyonu arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon mevcut değildi (p> 0,05).Sonuç: Otoimmun tiroid hastalığı gözü birçok yönden etkileyen bir hastalıktır. Hastalık progresyonu açısından erken tanı ve tedavinin önemi herkesçe kabul edilen bir faktördür. Bu nedenle, yapılacak ileri çalışmalar TİO' nin tanı, tedavi ve takibinde kontrast duyarlılık testinin etkinliğini belirlemede faydalı olacaktır.
Göz Hastalıkları
Sanayileşme ve kentleşme, enerji ve hammaddeler için artan tüketici talebini artırarak, dünya çapında her yıl büyük miktarda endüstriyel atığın ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Uçucu kül, en yaygın endüstriyel atık türleri arasındadır. Termik santrallerde kömürün yakılması ile oluşan ve genellikle santral dışında depolanan uçucu kül atığı tüm dünyada ciddi çevresel sorunlara yol açmaktadır. Uçucu küllerin farklı inşaat mühendisliği uygulamalarında zemin güçlendirici malzeme olarak değerlendirilmesi, sürdürülebilir kalkınma için oldukça önemlidir ve büyüyen çevre sorunlarına uygulanabilir bir çözüm sağlayabilir. Uçucu küllerin kohezyonlu zeminlerin stabilizasyonu ve temel mühendislik özellikleri üzerindeki etkileri hakkında birçok çalışma yapılmış olmasına rağmen bu tür atık malzemelerin temiz kumların sıvılaşma davranışı üzerindeki etkilerini inceleyen çalışma sayısı oldukça az sayıdadır. Uçucu küllerin özellikle tektonik hareketlerin yoğun olduğu bölgelerde inşaat mühendisliği uygulamalarında daha etkin ve güvenilir biçimde kullanılabilmesi için bu alanda daha fazla araştırma-geliştirme çalışmalarına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu çalışma kapsamında, Türkiye'de faaliyet gösteren Seyitömer termik santralinden F sınıfı uçucu kül temin edilmiştir. %0-40 oranında uçucu kül içeren kum-uçucu kül karışımları kullanılarak gevşek ve orta sıkılıkta üç eksenli numuneler hazırlanmıştır. Numunelerin sıvılaşma özellikleri, 30 adet gerilme kontrollü konsolidasyonlu drenajsız dinamik üç eksenli deneyler ile belirlenmiştir. Testler, iki farklı efektif çevre basıncında (50 ve 100 kPa) ve 1 Hz yükleme frekansına sahip tekrarlı yükler altında gerçekleştirilmiştir. Deney sonuçlarının ayrıntılı analizi, benzer relatif sıkılığa sahip kum-uçucu kül numunelerinin sıvılaşma direncinin, karışımdaki uçucu kül içeriğinin %20'ye kadar artması ile azaldığını, ardından %40'a ulaşana kadar hafifçe arttığını göstermiştir. Sadece kum içeren numuneler, uçucu küllü kum numunelerine göre daha yüksek sıvılaşma direncine sahip olduğu görülmüştür. Bu çalışma ile uçucu külün geoteknik deprem mühendisliği uygulamalarında kullanımının avantaj ve dezavantajlarının belirlenmesi ve ilgili konunun gelişimine katkıda bulunulması beklenmektedir.
Nükleer Mühendislik
IV ÖZET Bu çalışmada, Ömerler yeraltı ocağı l/C-2 pano civarındaki gerilme ve yerdeğiştirme dağılımları A.B.D. Maden Bürosu tarafından geliştirilen sayısal modelleme bilgisayar programı kullanılarak analiz edilmiştir. Bu bilgisayar programı Fortran programlama dilinde yazılmış ve MULSIM/PC olarak adlandırılmıştır. MULSIM/PC birbirine paralel bir veya iki damar için yeraltında ocak planlarının doğrusal-elastik ortamlarının analizleri için yerdeğiştirme-süreksizlik tekniği olarak isimlendirilen sınır elemanları metodunun bir alt bölümünü kullanır. Bu sistem dört programdan oluşur : PREMUL, ön işlemci - örgü oluşturucu; MULSIM/PC, asıl sayısal modelleme programı; MUL3D, üç boyutlu grafiksel analiz programı; MUL2D, iki boyutlu grafiksel analiz programıdır. MULSIM/PC, I.B.M. uyumlu (MS-DOS tabanlı) kişisel bilgisayarlarda kullanmak için geliştirilmiştir. MULSIM/PC için gerekli veriler son yıllarda yapılan çalışmalardan elde edilmiştir. MULSIM/PC ile bulunan gerilme değerleri bu bölgelede beklenilen değerlerle karşılaştırılmış ve ilişki kurulmaya çalışılmıştır.
Maden Mühendisliği ve Madencilik
Amaç: Senkop fiziksel, psikososyal etkileri ile hayat kalitesini düşüren, altta yatan spesifik etyolojisinin aydınlatılması güç, topluma maliyeti yüksek ve sık karşılaşılan bir durum olup en sık sebebi vazovagal senkoptur. Çalışmamızda vazovagal senkoplu hastalardaki otonom disfonksiyonu non-invazif test ile (COMPASS-31) tespit ederek, ileri tetkilere gerek duymadan tanıya gidilebilirliğini test ettik. Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Eylül 2016 ve Haziran 2017 tarihleri arasında Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim dalına vazovagal senkop öntanısı ile tilt testi yapılmak üzere yönlendirilen hastalar kabul edildi. Testi yapmaya uygun olmadığı düşünülen yaşlı hastalar ile diğer ayrıntılı testlerde başka senkop sebebi ortaya konmuş hastalar çalışma dışı bırakıldı. Çalışma döneminde başvuran 54 hastadan 7 si dışlandıktan sonra, 47 hasta çalışmaya alındı. Hastalara eğik masa testi uygulandı ve hemodinamik veriler kayıt edildi.Tilt testi öncesinde COMPASS-31 skorlama testi uygulanarak kayıt edildi. Tilt testi pozitif ve negatif gruplar kayıt edilen veriler açısından karşılaştırıldı. Bulgular:Hastalara yapılan tilt testi 34 hastada (%72) pozitif ve 13 hastada (%28) negatif sonuçlandı. Pozitif grupta COMPASS-31 skorları daha yüksek olmakla birlikte istatistiksel anlamlılığı yoktu (p=0,175). Tilt testi negatif gruptan POTS hastaları dışlandıktan sonra iki grup tekrar karşılaştırıldığında, fark hala anlamsız olmakla birlikte, pozitif gruptaki yükseklik istatistiksel anlamlılığa yaklaştı (p=0,058). Bu analizde pupilomotor disfonksiyon skoru pozitif grupta anlamlı olarak yüksek saptandı (p=0,047). Sonuç: COMPASS-31 testi sonuçlarında, iki grup arasında anlamlı fark çıkmamasında çalışmadaki hasta sayısının azlığı sorumlu görüldü ve testin vazovagal senkop tanısını doğrulama amaçlı kullanılabilmesi için, daha geniş ölçekli çalışmalar yapılması adına, çalışmamızın ışık tutacağına inanmaktayız.
Kardiyoloji
Bu çalışmada, Şanlıurfa yöresi, farklı bölgelerdeki meraların (Mera1, Mera2, Mera3, Mera4) Mart, Nisan, Mayıs ve Haziran dönemlerine ait kuru madde (KM), ham kül (HK), ham protein (HP), ham yağ (HY), nötr deterjanda çözünmeyen lif (NDF) ve asit deterjanda çözünmeyen lif (ADF) değerleri belirlenmiştir. Mart, Nisan, Mayıs ve Haziran, dönemlerine ait KM, HK, HP, HY, NDF ve ADF düzeyleri (%), Mera1 bölgesinde sırasıyla 26.6-42.8, 7.9-8.5, 17.4-8.2, 2.3-2.1; 36.3-62.1, 27.5-39.7; Mera2 bölgesinde sırasıyla; 28.8-45.5, 8.4-9.1, 16.7-7.4, 2.0-2.7; 35.9-63.7, 30.7-40.1 Mera3 bölgesinde sırasıyla; 24.7-45.6, 6.9-10.7, 15.5-7.0, 2.6-2.1; 33.6-68.6, 31.5-44.7; Mera4 bölgesinde sırasıyla; 26.4.-40.8, 8.4-9.5, 16.1-7.5, 2.5-2.7; 35.8-59.5, 29.6-39.8 değerleri arasında tespit edilmiştir. Tüm mera bölgelerindede dönemlere göre KM, NDF ve ADF düzeyleri önemli düzeyde (P<0.01) artarken, HP düzeyi önemli derecede azalmıştır (P<0.01). Mart, Nisan, Mayıs ve Haziran dönemlerinde dört farklı mera bölgesinin ham besin madde içeriklerinin genel ortalamaları KM, HK, HP, HY, NDF ve ADF düzeyleri (%), sırasıyla 26.6.-43.5, 7.9-9.5, 16.4-7.5, 2.3-2.4; 35.4-433, 29.8-41.3 değerleri arasında tespit edilmiştir. Dönemlere göre ortalama KM, NDF ve ADF düzeyleri artarken, HP düzeyleri azalmıştır.
Ziraat
İçten yanmalı motorlarda görülen en büyük sorunlardan biri aşınmadır. Aşınmanın meydana gelmesinde en etkili olan parametre sürtünmedir. Birlikte çalışan hareketli parçalarda sürtünmeyi önlemek için yağlama gereksinimi ortaya çıkmıştır. Yeterli yağlamanın olmaması durumunda parçaların birbirine teması söz konusu olacaktır ve sürtünme meydana gelecektir. Yağlama ile motor parçalarının korunması, parçaların soğutulması ve sızdırmazlık sağlanmaktadır. Bu tez çalışması kapsamında yağlamanın önemi, sürtünme ve aşınma kavramları açıklanmaktadır. Reynolds denklemi referans alınarak, yüzey pürüzlülüklerinin akış faktörlerine etkisi ve değişen akış rejimleri incelenmiştir. Krank miline gelen kuvvet hesabı teorik olarak ifade edilmiştir. Değişen krank açılarına göre sabit devirde krank miline gelen yük hesabı yapılmıştır. Teorik hesaplamalar göz önünde bulundurularak tek silindirli bir dizel motoru için krank, biyel ve yatak modellenmiştir. Yapılan akademik çalışmalarda farklı eksantriklik oranlarında, farklı motor devirlerinde ve farklı yağlayıcı madde seçimlerine göre analiz sonuçları incelenmiştir. Bu çalışmada toplamda dört farklı senaryo üzerinden analiz çalışmaları yapılmıştır. Pozitif ve negatif basınç alanlarının konumları gözlemlenmiş, basınç yoğunlaşmalarının ve yükün en fazla olduğu konumun tespiti yapılmıştır. Analiz sonuçlarına göre uygulanan yükün artması sonucunda maksimum ve minimum basınç konumlarının minimum yağ filmi kalınlığının bulunduğu noktaya doğru kaydığı gözlemlenmiştir. Ayrıca maksimum ve minimum basınçların değerleri arttıkça deformasyonların ve gerilmelerinde arttığı gözlemlenmiştir
Otomotiv Mühendisliği
İnşaat sektörü, dünya genelinde yüksek iş kazası rakamlarıyla en tehlikeli sektörler arasında yer almaktadır. Kıyı inşaatı, iş yerindeki son derece riskli ortam ve öngörülemeyen koşullar nedeniyle daha da tehlikelidir. Kıyı yapısı yüklenicilerinin istatistiklerinden elde edilen veriler, kıyı yapısı inşaat işlerinde 'büyük kaza' oranının, genel inşaat işlerinden 2,5 kat daha yüksek olduğunu göstermektedir. Benzer şekilde, '3 günden fazla süren' kazalar için, kıyı inşaat işlerinde kaza oranı, genel inşaat işlerindeki oranın neredeyse iki katına çıkmaktadır. Kıyı inşaat işlerinde yönetilmesi zor olan belirli tehlikeler söz konusudur ve yüksek sayıdaki büyük kaza ve ölümlere rağmen, kıyı yapısı inşaat işleri için iş sağlığı ve güvenliğiyle ilgili literatür ve rehberlik yetersizdir. İş sağlığı ve güvenliği (İSG) risklerinin etkin yönetimi, inşaat projelerinde can kayıplarını, yaralanmaları, gecikmeleri ve maliyet aşımlarını önleyebilir; bu nedenle, inşaat organizasyonlarının güvenlik yönetiminin stratejik karar alma sürecinin bir parçasını oluşturmasını sağlamaları gerekir. Literatürde, profesyonel kişilerin belirli inşaat projelerinde (örneğin, köprü, tünel) güvenliği yönetmelerine yardımcı olmak için çeşitli İSG risk yönetimi araçları geliştirilmiştir, ancak bu sistemlerin hiçbiri kıyı inşaatına odaklanmamakta ve iş kalemleri, risk faktörleri ve risk azaltma yöntemleri genel inşaat işlerinden önemli ölçüde farklı olduğu için hem literatürde hem de uygulamada önemli bir boşluk bırakmaktadır. Projelerin karmaşıklığı, sürekli değişen tehlikeler, değişken işgücü, alt yükleniciliğe olan yoğun bağımlılık ve karmaşık yasal mevzuat çerçevesi nedeniyle İSG yönetiminin inşaat sektöründe uygulanması daha zordur. Ayrıca, İSG yönetimi özel bilgi ve rehberlik olmadan yanlış yönlendirilebilir. Bu nedenle, bilinçli risk değerlendirmeleri ve etkili risk azaltma uygulamaları yapmak için, İSG personelinin hem (1) sahadaki mevcut faaliyetler ve risklerle ilgili yapılandırılmış bilgilere hem de (2) pratik İSG bilgisi ve rehberliğine, hızlı ve sürekli erişime ihtiyacı vardır. İş güvenliği yönetimini daha iyi desteklemek için bilgiye dayalı risk yönetim sistemlerinin geliştirilmesine duyulan özel ihtiyaç, birçok araştırmacı tarafından vurgulanmıştır. Ayrıca, son çalışmalarda iş güvenliği risk yönetimini desteklemek için dijital teknolojilerin kullanılması önerilmiştir. İSG risk yönetimi için hem bilgi tabanlı hem de dijital sistemler üzerine yapılan araştırmaların çoğalmasına rağmen, kıyı yapısı inşaatlarında iş güvenliği risklerinin değerlendirilmesi için bu tür sistemlere duyulan ihtiyaç literatürde ihmal edilmiş görünmektedir. Bu çalışmanın katkıları (1) risk unsurlarının yapılandırılmış bir risk veri tabanında anlık ve sürekli olarak toplanması, (2) kıyı yapısı inşaat işlerinde uzmanlaşmış bilgi tabanlı bir iş güvenliği risk yönetim sistemi ve (3) İSG risk verilerinin BIM ile entegrasyonuna yönelik bir vizyondur. Geliştirilen dinamik sistem ile gerçek zamanlı iş güvenliği risk verileri toplanabilir ve yapılandırılmış veriler olarak saklanabilir, böylece manuel veri girişi ve işleme için harcanacak zaman kaybı ve çaba önlenir. Yöneticiler bu risk bilgi veri tabanını kullanarak mevcut proje hakkında kritik kararlar alabilir, uzun vadeli İSG planlaması yapabilir ve gelecekteki projelerde riskten kaçınmak için organizasyonel bir öğrenme yaklaşımı kullanabilir. Bu çalışmanın temel amacı, (1) sahadan risk verilerini yapılandırılmış ve sürekli bir şekilde toplayan ve (2) dijital teknolojileri kullanarak etkili risk yönetimini desteklemek için bilgiye dayalı karar vermeyi kolaylaştıran, kıyı yapısı inşaat projelerinin özel ihtiyaçlarına göre uyarlanmış bir iş güvenliği risk yönetimi sistemi geliştirmektir. Önerilen sistemin, toplanan risk verilerinin BIM modelinde görselleştirilmesini sağlamak için gelecekte BIM ile entegre olması öngörülmektedir. Bu amaca ulaşmak için bir prototip geliştirilmiş ve iki kıyı yapısı inşaat projesinde test edilmiştir. Bu çalışmada, sistem mimarisinin geliştirilmesi sunulmakta, grafik kullanıcı arayüzlerini (GUI) kullanım senaryoları aracılığıyla açıklamakta ve son olarak prototipin gerçek şantiyelerde doğrulanması gösterilmektedir. Bu araştırma, kıyı yapısı inşaat işlerinde dijital teknolojiler kullanılarak geliştirilen bir iş güvenliği risk yönetim sistemine odaklanmış ve bu süreç beş adımı takip etmiştir; (1) literatürün ve sektörde kullanılan risk yönetimi araçlarının incelenmesi, (2) kıyı yapısı inşaat projelerindeki İSG risk faktörlerinin ve iş kalemlerinin belirlenmesi, (3) saha araştırması yoluyla prototip için risk puanlarının ve sistem gereksinimlerinin belirlenmesi, (4) prototipin geliştirilmesi ve (5) prototipin test edilmesi. İlk adımda, mevcut bilgileri, araştırma boşluğunu ve çalışmanın kapsamını belirlemek için literatürün, kaza istatistiklerinin ve kıyı yapısı inşaatı işlerindeki yasal mevzuat çerçevesinin bir analizi yapılmıştır. İkinci adımda, detaylı bir literatür taraması ve yasal mevzuat çerçevesinin analizi ile kıyı yapısı inşaat projelerindeki iş güvenliği risk faktörleri ve iş kalemleri belirlenmiştir. Bunlar daha sonra literatürden elde edilen risk faktörleri listesini doğrulamak ve sektörde karşılaşılan ek risk faktörlerini belirlemek için amaçlı örnekleme yöntemiyle seçilen İSG ve kıyı yapısı projeleri konusunda ortalama 18 yıllık uzmanlığa sahip 10 uzmanla tartışılmıştır. Belirlenen iş güvenliği risk faktörlerinin ilgili kıyı yapısı inşaatı iş kalemlerine atanması ve her bir risk faktörü için etki türü ve etki grubunun belirlenmesi de bu adımda gerçekleştirilmiştir. Üçüncü adımda, (1) kıyı yapısı inşaatı risk faktörleri ile ilgili gerekli bilgileri toplamak ve (2) kıyı yapısı inşaat projeleri için geliştirilecek bir risk değerlendirme aracının sistem gereksinimleri konusunda sektörün algılarını analiz etmek amacıyla bir saha araştırması gerçekleştirilmiştir. Anket, İSG ve kıyı yapısı projeleri konusunda ortalama 15 yıllık uzmanlığa sahip 49 profesyonel kişi ile gerçekleştirilmiştir. Amaçlı örnekleme yöntemiyle belirlenen ve bir önceki adımda görüşülen 10 uzmanı da içeren uzmanlara ulaşmak için Elektronik Kamu Alımları Platformu kullanılmıştır. Anketin ilk bölümünde, risk faktörlerinin risk puanlarını (etki değeri ve görülme sıklığı) belirlemek için beşli Likert Ölçeği kullanılmıştır. İkinci bölümde katılımcılara (1) mevcut İSG risk yönetimi uygulamasındaki temel eksiklikler ve (2) açık uçlu sorular kullanılarak kıyı yapısı inşaat projeleri için geliştirilecek bir risk değerlendirme aracının sistem gereksinimlerine ilişkin algıları sorulmuştur. Dördüncü adım, prototipin geliştirilmesini içermektedir. Sistem mimarisi, prototip bilgi akışı, grafiksel kullanıcı arayüzü (GUI) ve risk değerlendirme raporları (yani prototipin çıktısı), saha araştırması görüşlerinden elde edilen sektör gereksinimlerine dayanarak geliştirilmiştir. Beşinci ve son adım, prototipin iki kıyı yapısı inşaat projesinde (biri orta ölçekli, diğeri büyük ölçekli) vaka çalışmaları yoluyla uygulanması ve test edilmesidir. Verifikasyon ve validasyon süreci, iki vaka çalışması projesinde çalışan toplam teknik personel sayısı olan 15 proje ekibi üyesi ile uygulanmıştır. Prototipin gerekli görevlerdeki işlevselliği, projeler boyunca kullanıcı geri bildirimlerini kaydederek ve gerektiğinde çözümler geliştirerek gerçek şantiyelerde uygulanmasıyla doğrulanmıştır. Ayrıca, son kullanıcıların bakış açısından sistemin uygulanabilirliğini, pratikliğini ve kullanılabilirliğini ölçmek için bir validasyon anketi yapılmıştır. Kıyı yapısı inşaat işlerinde uzmanlaşmış bilgi tabanlı İSG risk yönetim sistemi, yapılan prototipte özellikle kıyı yapısı inşaatı İSG risk yönetimi için bilgi tabanlı bir çözüm sunmuştur. Bu sistem, iş güvenliği literatürüne orijinal bir katkı sağlamaktadır. Önerilen sistem, kullanıcılarını (1) kıyı yapısı inşaatındaki iş kalemleri, (2) her bir iş kaleminde yer alan İSG risk faktörleri, (3) önerilen risk puanları, (4) risk etkileri, (5) olası etki grupları ve (6) her bir risk faktörü için ilgili mevzuat dahil olmak üzere kıyı yapısı inşaatı güvenliği ile ilgili güncel bilgilerle desteklemektedir. Böylece, kıyı yapısı inşaatında gözlemlenen belirli konulardan çıkarılan derslere odaklanarak, kullanıcılar risklerin olası sonuçlarını dikkate alarak ve alınabilecek önlemleri öğrenerek daha bilinçli risk değerlendirmeleri yapabilirler. Prototipin daha fazla gerçek şantiyelerde uygulanması, gelecekte prototipin daha da geliştirilmesi için farklı perspektifler sağlayabilir. Bu çalışmanın kapsamı kıyı yapısı inşaatı ile sınırlı olduğundan, prototipin diğer inşaat projeleri türleri (örneğin, üstyapı projeleri ve ulaştırma projeleri) uygulanabilir versiyonlarının geliştirilmesi için daha fazla değerlendirme yapılması gerekmektedir. Aynı yaklaşım, geliştirilen sistemdeki iş kalemleri, risk faktörleri ve risk değerleri değiştirilerek diğer proje türlerine de uygulanabilir. Ayrıca, toplanan risk verileri üzerinde sorgulama yapmak için çeşitli filtreleme / sıralama kriterleri prototipe eklenebilir. Direkt olarak kıyı olarak tanımlanmayan ancak kıyı yapısı inşaatı disiplini altında olan, deniz ortasında bulunan köprü ayakları, açık deniz rüzgâr enerji santralleri ve batırma tipi tünel inşaatları vb. projelerin inşaatı sırasında uygulanabilir bir prototip olma özelliğine sahiptir. Bu çalışma, kıyı yapısı inşaat şantiyelerindeki iş güvenliği risklerinin yapılandırılmış bir şekilde toplanmasını ve analiz edilmesini sağlayan dijital bir iş güvenliği risk yönetim sistemini tanımlamaktadır. Geliştirilen sistemde, saha çalışanları sahadan risk bilgilerini (yani değerlendirilen iş kalemi, ilgili risk faktörleri ve puanları, konum, tarih / saat, fotoğraf ve değerlendirici yorumları) girmekte ve ilk risk değerlendirmesini yapmaktadır. Önerilen sistem aracılığıyla yapılandırılmış risk verilerine anlık ve sürekli erişime sahip olan teknik ofis çalışanları, prototipin sunduğu kıyı yapısı inşaatı İSG bilgisinin desteğiyle hızlı risk azaltma önlemleri önerebilir ve belirlenen iş güvenliği risklerini etkili bir şekilde yönetebilir. Ayrıca, toplanan risk verilerinin gelecekte BIM modelinde görselleştirilmesi, zaman içinde ortak sorunların kümelerini ve sorunların mekânsal ilişkilerini eşzamanlı olarak göstererek karar vericiler için fayda sağlayabilir ve bu da kök neden analizini destekleyebilir. İnşaat aşamasında İSG risk verilerinin BIM ile entegrasyonu için bir vizyon olarak BIM ile entegre risk yönetiminin etkin risk iletişimi sağlaması ve dinamik inşaat sürecini desteklemesi beklenmektedir. Ayrıca bu çalışmada benimsenen uygulamalı araştırma yaklaşımı, gerçek şantiyelerden risk verileri sağlayarak gelecekteki çalışmalara katkıda bulunabilir. Birden fazla uygulamanın ardından, prototip tarafından toplanan verileri analiz etmek ve kıyı yapısı inşaat projelerinde İSG risklerini yönetmenin daha etkili yollarını keşfetmek amacıyla yapay zekâ (AI) entegre edilebilir, anlık veri akışını sağlamak, yaklaşan tehlikeleri ve riskleri tespit etmek amacı ile şantiye sahalarına sensör yerleştirilerek sistem daha efektif kullanılabilir. Gelecekteki çalışmaların bir parçası olarak, prototip diğer inşaat türlerine kolayca uyarlanabilir ve ticari bir ürün olarak uygulanabilir.
Mühendislik Bilimleri
Behçet hastalığının patogenezi hala tam olarak aydınlatılamamış olmakla birlikte, hastalığın mekanizmasında genetik ve çevresel faktörlerin önemli rolü olduğu düşünülmektedir. Hastalığın temelinde otoinflamatuvar ve otoimmün mekanizmaların bulunduğu hipotezi, immün sistem ile ilişkili birçok genin hastalık ile ilişkisinin araştırılmasını sağlamıştır. Vitamin D'nin doğal ve adaptif immün sistemin regülasyonundaki kritik rolü tanımlanmış ve birçok biyolojik işlevini vitamin D reseptörüne (VDR) bağlanarak gerçekleştirdiği gösterilmiştir. Bu çalışmada; vitamin D reseptörünü kodlayan VDR geninde bulunan dört polimorfizm ve serum VDR düzeyi ile Behçet hastalığının ilişkisinin Türk popülasyonunda araştırılması ve bu çalışmanın Behçet patogenezinin aydınlatılması için yapılan çalışmaları destekleyici nitelikte olması amaçlanmıştır. Bu çalışmaya Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Behçet Hastalığı Multidisipliner Tanı ve Tedavi Ünitesi'ne başvuran 18-64 yaş aralığında 150 Behçet hastası ve kontrol grubu olarak otoimmün ve kronik herhangi bir hastalık tanısı bulunmayan aynı yaş aralığında 150 sağlıklı birey dahil edildi. Kandan DNA izolasyonu yapıldıktan sonra VDR genindeki hedef bölgeler PCR ile çoğaltıldı ve bireylerin her polimorfizm için (rs1544410, rs2228570, rs7975232, rs731236) genotip analizi RFLP yöntemi ile yapıldı. Serum VDR düzeyi ELISA yöntemi ile kantitatif olarak ölçüldü. Tüm istatistiksel analizler için SPSS v.24 yazılımı kullanıldı. Bu çalışmada, VDR geninde rs1544410 (G>A), rs2228570(T>C), rs7975232(G>T) ve rs731236 (T>C) polimorfizmleri çalışıldı. Behçet hastaları, sağlıklı bireyler ile karşılaştırıldı ve hastalar kendi içerisinde klinik semptomlara ve hastalığın aktivitesine göre analiz edildi. Rs1544410, rs2228570 ve rs731236 polimorfizmleri Behçet hastaları ve kontrol grubu arasında anlamlı düzeyde farklı bulundu (Sırasıyla; p=0,04; p=0,007; p=0,01). Rs7975232 polimorfizmi analizinde hasta ve kontrol grubu arasında anlamlı bir fark saptanamadı. Rs1544410 polimorfizmi klinik semptomlar ile birlikte değerlendirildiğinde; oküler lezyonu olan hastaların, olmayanlara göre daha yüksek yüzde ile A aleli taşıdığı ve bu sonucun anlamlı olduğu saptandı (p=0,013). Rs2228570 polimorfizmi ile hastalığın aktivitesi incelendiğinde; aktif hastaların inaktif hastalara göre daha fazla C aleli taşıdığı belirlendi. Aktif ve inaktif hastalar arasındaki alel farkı anlamlı bulundu (p=0,015). Rs2228570 polimorfizmi klinik semptomlarla birlikte incelendiğinde; oral aftı, paterji testi pozitifliği ve artriti olan hastaların, olmayan hastalara göre daha fazla C aleli taşıdığı ve bu sonucun anlamlı olduğu saptandı (Sırasıyla; p=0,027; p=0,037; p=0,02). Rs7975232 ve rs731236 polimorfizmleri ile hastalığın aktivitesi ve klinik semptomlar arasında anlamlı bir ilişki bulunmadı. Serum VDR düzeyi ortalamaları, aktif Behçet hastaları için; 15,2±9,8 ng/ml; inaktif hastalar için; 33,5±13,5 ng/ml, kontrol grubu için ise; 65,1±55,9 ng/ml olarak saptandı. Aktif hasta grubunun serum VDR düzeyi, remisyon dönemindeki hastalara ve kontrol grubuna göre anlamlı düşük bulundu (Sırasıyla; p=0,0001; p=0,001). Bu çalışmada, Vitamin D Reseptör (VDR) geninde bulunan polimorfizmlerin Behçet hastalığının patogenezinde rolü olabileceği ve hastalığın aktif periyodunda bulunan bireylerin remisyon dönemindeki hastalara ve sağlıklı bireylere göre daha düşük serum VDR düzeyine sahip olduğu gösterilmiştir.
Allerji ve İmmünoloji
Van Gölü su seviyesi gözlemlerinde son dönemlerde gözlenen 2 m civarındaki artış göldeki seviye artışının çok yönlü bir şekilde incelenmesine, konu üzerinde yapılan çalışmaların artmasına neden olmuş, göl su seviyesinin tahmini için mevcut yöntemler kullanılması ile birlikte alternatif tahmin yöntemleri için arayışlar başlamıştır. Bu çalışmada, 1943?2007 yılları arasında Tatvan istasyonu yapılan Van Gölü'nün su seviyesinin aylık verilerine dayanan bir model belirlenmeye çalışılmıştır. Model eldeki verinin barındırdığı eğilimin ve periyodikliğin giderilmesinin ardından elde kalan rastgele (stokastik) bileşen için geliştirilmiştir. Burada öncekilerden farklı olan eldeki verinin tamamına tek bir eğilim çizgisi uydurmak yerine zaman serisinin önce İTÜ İnşaat Fakültesi'nde geliştirilen SEGMENTER adlı bilgisayar yazılımı ile homojen dönemlere ayrılması, her döneme ait eğilim çizgilerinin belirlenmesi, verideki eğilimin bu çizgiler kullanılarak giderilmesidir. Böylelikle mevcut yöntemlerin tahminlerinin iyileştirilmesi beklenmektedir.
İnşaat Mühendisliği
ÖZET DEMİR ERBİL, Didem. Evli ve Çalışan Bireylerin Çalışma Yaşam Kalitesinin Evlilik Uyumuna Etkisi, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2016. Bu araştırmanın amacı, evli ve çalışan bireylerin çalışma yaşam kalitesinin evlilik uyumuna etkisini incelemektir. Bu amaç doğrultusunda öncelikle evli ve çalışan bireylerin sosyo demografik değişkenler ve çalışma yaşam kaliteleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık olup olmadığı saptanmıştır. Daha sonra ise, çalışma yaşam kalitesi ile evlilik uyumu arasındaki ilişki belirlenerek; sosyo demografik değişkenlere (cinsiyet, yaş, eğitim düzeyi, görev, görevlendirme şekli, çalışma süresi, haftalık çalışma saati, aylık gelir ve çocuk sayısı) göre incelemesi yapılmıştır. Araştırmanın örneklemi, evli ve çalışan 206 erkek ve 194 kadın olmak üzere toplam 400 kişiden oluşturmaktadır. Araştırmada veri toplama aracı olarak Çalışma Yaşam Kalitesi Ölçeği, Evlilik Uyum Ölçeği ve Kişisel Bilgi Formu kullanılmıştır. Elde edilen veriler, Basit Korelasyon, "t"-Testi, Tek Yönlü Varyans Analizi (ANOVA), Mann-Whitney U Testi, Kruskall Wallis H Testi ve ki-kare istatistiği ile analiz edilmiştir. İstatistiksel analizler sonucunda araştırmaya katılan evli ve çalışan bireylerin, eğitim düzeyi, eş eğitim düzeyi, iş yerindeki görevi, görevlendirilme şekli (kadrolu, sözleşmeli, taşeron), çalışma süresi, haftalık çalışma saati, ortalama aylık gelir düzeyi, evlenme biçimi ve çocuk sayısı ile çalışma yaşam kalitesi puanları arasında anlamlı farklılıklar olduğu görülürken; cinsiyet, yaş, evlenme yaşı ve evlilik süresi ile çalışma yaşam kalitesi puanları arasında anlamlı bir farklılık görülmemiştir. Ayrıca, evli ve çalışan bireylerin çalışma yaşam kalitesi alt boyutlarından Sağlık ve Güvenlik İhtiyaçları, ekonomik ve aile ihtiyacı, sosyal ihtiyaçlar ve gerçekleştirme ihtiyacı ile bireylerin evlilik uyumları arasında düşük düzeyde pozitif yönlü bir ilişki olduğu saptanmıştır. Çalışma yaşam kalitesinin alt boyutlarından saygınlık ihtiyacı, bilgi ihtiyacı ve estetik ihtiyaçlar ile evlilik uyumu arasında ise anlamlı bir ilişkinin olmadığı bulunmuştur. Araştırmada, evli ve çalışan bireylerin çalışma yaşam kalitesi ile evlilik uyumu arasındaki ilişki; cinsiyet, yaş, eğitim düzeyi, görev, görevlendirme şekli, çalışma süresi, haftalık çalışma saati, aylık gelir ve çocuk sayısına göre incelenmiş ve bu değişkenlerle arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar bulunmuştur. Bulgular literatür ışığında tartışılmış ve ortaya çıkan sonuçlar doğrultusunda öneriler verilmiştir. Anahtar Sözcükler Çalışma Hayatı, Çalışma Yaşam Kalitesi, Evlilik, Evlilik Uyumu, Evli ve Çalışan Bireyler
Ev Ekonomisi
Küreselleşme, toplumların ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda bir sınırlama olmaksızın birbirleri ile etkileşim halinde olmalarıdır. Teknolojinin gelişmesi, sosyal ve ekonomik ihtiyaçların da etkisiyle gelişen küreselleşme, siyasal faktörler ve bütünleşmelerle farklı alanların araştırma konusu haline gelmektedir. Her geçen gün değişim ve gelişim göstermesiyle de ilgi gören konular arasına girmektedir. Bu çalışmada küreselleşmenin hangi durumlardan ne ölçüde etkilendiğini görmek amacıyla panel veri ve kantil modellerinin bir araya gelmesiyle, konunun çok boyutlu bakış açısıyla ele alınmasına imkan veren panel kantil modelleri ile çalışılmıştır. Panel veri modelleri, yatay kesit ve zaman serisi boyutlarını içermesiyle araştırmacıların farklı ekonometrik konularda ve farklı boyutlarla araştırma yapmalarına imkan tanımaktadır. Ayrıca gözlenemeyen etkilerin de modele dahil edilmesiyle ihmal edilen değişkenlerin olması durumunda sapmanın kontrol altına alınmasını sağlamaktadır. Kantil regresyon, aşırı değere karşı duyarlı olan aritmetik ortalama yerine medyan hesaplanmasını kullanarak robust bir tahmin sağlamaktadır. Bu iki modelin birleştirilmesiyle bu avantajları bir arada bünyesinde barındıran panel kantil modelleri de çok boyutlu olması ve farklı kantillerde farklı modeller tahmin etmesiyle araştırmanın boyutunu genişleterek resmin bütününü görme imkanı sağlamaktadır. Bu çalışmada, ele alınan 44 ülkede küreselleşmeyi ifade eden değişkenin (KOF Küreselleşme İndeksi- KOF Globalisation Index- KOF Konjunkturforschungsstelle) dağılımının farklı noktalarında açıklayıcı faktörlerin etkisinin incelenmesi, küreselleşmenin hangi durumlardan ne ölçüde etkilendiğinin analiz edilmesi amaçlanmıştır. Bu doğrultuda kavram birliğinin de sağlanması amacıyla kısaca kantil modelleri ve panel veri modellerinden söz edilmiştir. Tezin üçüncü bölümünde ise panel kantil modelleri ele alınmıştır. Uygulama bölümünde küreselleşmeyi etkileyen faktörleri incelemek amacıyla uygun panel veri modeli belirlenip varsayımlara uygunluğu incelenerek seçilen panel kantil modeli ile küreselleşmenin dağılımının farklı noktalarında açıklayıcı faktörlerin etkisi ele alınmıştır. Son bölüm olan "Sonuç" bölümünde de elde edilen bulgular özetlenerek yorumlanmıştır.
Ekonometri
"Camille Laurens'ın Yazın Evreninde Özkurmaca" başlıklı bu çalışma, benli anlatıların yapısal, biçimsel ve izleksel çözümlemesinde önemli bir rol oynayan Serge Doubrovsky, Gérard Genette, Philippe Lejeune, Philippe Gasparini, Roland Barthes gibi kuramcıların çalışmalarından yola çıkarak Camille Laurens'ın yoğun olarak özyaşamöyküsel unsurlar içeren Philippe, Erkeklerin Arasında, Aşkın Romanı, Cet absent-là, Ni toi ni moi, Romance nerveuse adlı yapıtlarında özne/ben kavramının işlev ve durumlarını irdeler. İlk romanlarında kendi yaşamından izleri gizli saklı bir tutum sergileyerek yapıtlarına yansıtan Camille Laurens oğlu Philippe'in doğumu ve ölümünü öykülediği Philippe'te ilk kez özyaşamöyküsel anlatıyı tecrübe eder. Sarsıcı bir deneyimle karşı karşıya kalan yazar kendini yazarak sağaltır. Philippe adlı yapıtından itibaren Laurens kimi zaman yazar-anlatıcı-kişi mutlak ad benzerliğine ait yapıtlar yayımlar kimi zaman anlatıcının kendisiyle aynı adı taşımaksızın kendine gönderme yaptığı romanlar yayımladığı görülür. Yazarın özkurmaca yapıtlarında geçen kişiler, belli başlı olaylar, tarihler ve uzam olabildiğince gerçekliğe uygun bir şekilde yer almaktadır. Bu noktada, söz konusu yapıtlar Doubrovsky'nin "tam anlamıyla gerçek olaylardan ve olgulardan oluşan kurmaca" tanımlamasına uyar. Kendi benini ve varlığının en saf, en çelişkili durumunu açığa çıkarma amacıyla kurmacadan özkurmaca yazarına dönüşen Camille Laurens'ın yaşamıyla yazı iç içe girer. Bundan böyle, Camille Laurens'da roman bir arayış, düşünme, sorgulama aracına dönüşür. Yazar kendine bir kimlik inşa edebilmek için kendini nasıl gördüğüne ve yaşamındaki ötekiler tarafından nasıl görüldüğüne odaklanır. Beni ve ötekiler arasındaki beni tanımak için de dilin tüm olanaklarından yararlanır ve bu yolla da kendi derinliklerine inmeye çalışır. Camille Laurens'ın beni ancak ötekiyle olan ilişkisinde gelişir.
Fransız Dili ve Edebiyatı
Enerji, hem hayatın devamlılığı hem de ekonominin sürdürülebilirliği için hayati önem taşır. Ülkelerin enerji politikalarını dengelemeleri, toplum sağlığı, çevre ve sosyal konular gibi birçok toplumsal boyutu etkiler. Bu nedenle enerji alternatifleri arasında seçim yapılırken bu ve bunun gibi birçok kriter dikkate alınmalıdır. Değerlendirme aşamasında enerji alternatiflerine etkiyen ölçütlerin her biri sayısal birimlerle ifade edilemeyebilir, bu durum çeşitli matematiksel ve mühendislik tekniklerinin kullanımını zorunlu kılar. Bu sayede sayısal olarak ifade edilemeyip dilsel olarak değerlendirilen ölçütler de sonucu elde etmede göz önünde bulundurulur ve çıkan sonuçlar matematiksel olarak bir dayanağa sahip olur. Bu tez çalışmasında Türkiye?de kullanılacak enerji alternatiflerinin seçiminde yol haritası oluşturmak amacıyla bir entegre çok kriterli karar verme yöntemi (ÇKKV) uygulanmıştır. Değerlendirme sürecindeki belirsizlikleri hesaplamalara yansıtabilmek amacıyla, bulanık mantık kullanılmıştır. İlgili nitel ve nicel kriterler belirlenerek, ülkede kullanılan enerji kaynakları değerlendirilmiş, ilk sıralarda tercih edilmesi daha uygun alternatifler elde edilmeye çalışılmıştır. Çalışmanın ikinci bölümünde aynı kriterler ve aynı yöntem kullanılarak bu kez yenilenebilir enerji alternatifleri değerlendirilmiştir. Kriterlere ait ağırlıkları hesaplamada tip-2 bulanık bulanık AHS (Analitik Hiyerarşi Süreci) ÇKKV yöntemi kullanılmıştır. Alternatiflerin sıralanması aşamasında ise TOPSIS (Technique for Order Preference by Similarity to Ideal Solution) ÇKKV yöntemi önceki yaklaşımda olduğu gibi yine tip-2 bulanık küme ile birlikte kullanılmıştır. Alternatiflere ait sıralamalar elde edildikten sonra, duyarlılık analizleri gerçekleştirilmiş, mevcut durum ile farklı senaryolar karşılaştırılmıştır. Duyarlılık analizi önce tüm enerji kaynaklarının değerlendirildiği durum için, ardından yalnızca yenilebilir enerji kaynaklarının değerlendirildiği durum için uygulanmıştır. Elde edilen sonuçlara göre gelecek yıllarda Türkiye?nin yatırım yapması gereken enerji alternatifleri değerlendirilmiştir. Böylelikle ülke için bir yol haritası oluşturulmuştur.
Endüstri ve Endüstri Mühendisliği
Bu çalışmada levrek (Dicentrarchus labrax, L.1758) balıkları oksitetrasiklin (OTC) antibiyotiği içeren yem ile beslenmiş ve antibiyotiğin balık immün sistemine olan etkisi belirlenmiştir. Bu amaç doğrultusunda levrek balıkları 21 gün süre ile OTC içermeyen, 75 mg/kg OTC ve 100 mg/kg OTC içeren pelet yem ile beslenmiştir. Antibiyotiğin etkisinin araştırılması için balıklardan 4., 7., 10., 14., ve 21. günlerde kan ve doku örnekleri alınarak, serolojik, hematolojik, histopatolojik, gen anlatım analizleri ve dokularda (kas ve karaciğer) antibiyotik tespiti yapılmıştır. Hematolojik ve serolojik analiz sonuçları incelendiğinde NBT (+) hücre sayısı, toplam lökosit miktarı, serum lizozim aktivitesi, serum Ig-M ve C3 seviyesinin OTC uygulanan gruplarda azaldığı tespit edilmiştir. Hematokrit değeri, toplam serum protein miktarı ve miyeloperoksidaz aktivite sonuçları değerlendirildiğinde ise OTC uygulamasının bu parametrelerde istatistiki açıdan herhangi bir etkisinin olmadığı tespit edilmiştir. İmmün sistemde görevli Lys-g, Ig-M, IL-1β, C3 ve MHC-IIα genlerinin anlatım seviyelerinin belirlenmesi amacıyla Gerçek Zamanlı Kantitatif Polimeraz Zincir Reaksiyon (Quantitative Real-Time PCR) yöntemi kullanılmıştır. OTC uygulaması sonucu immün sistemde görevli bu genlerin anlatım seviyelerinin bazı örnekleme günlerinde azaldığı tespit edilmiştir. Kas ve karaciğer dokularından alınan örneklerde OTC'nin vücutta bulunduğu tespit edilmiştir. Çalışma boyunca 10. ve 21. günlerinde alınan karaciğer, dalak ve böbrek doku örneklerinde yapılan histolojik inceleme sonucu antibiyotik uygulamasının patolojik yönden olumsuz bir etki yaratmadığı belirlenmiştir. Sonuç olarak levreklerde OTC uygulamasının immün sistemi baskıladığı görülmüştür. Bu negatif etkinin özellikle OTC'nin tavsiye edilen uygulama süresinin (10 gün) aşımı ile meydana geldiği saptanmıştır
Su Ürünleri
Grotesk kavramı ilk kez arkeolojik bir terim olarak kullanılmıştır. Sanatta ise kullanıma geçmesi Rönesans'ta başlamıştır. Sözcük en genel anlamıyla insan, hayvan, bitki ve mimari unsurların iç içe geçtiği süslemelere karşılık kullanılmıştır. Daha sonraları diğer sanat alanlarında da biçim ve normları ihlal eden yanlarıyla ortaya çıkmış ve dramatik türlerin içine sızarak, onların yapılarını bozan, yeni ve ara türler oluşmasına yol açmıştır. Bu nedenle, birçok melez tür ile ortak anılır bir kavram haline gelmiştir.Grotesk, sanat eserlerinde karşıtlık, çoğul dil, tersyüz etme, çocuksuluk gibi birçok yöntemi kullanarak oluşturulur. Oluşturulan yapı ile özellikle tiyatro sanatında yeni ve kendine has bir sahne dili ortaya çıkar. Ortaya çıkan yeni sahne dili, alımlayıcıya grotesk bir dünyayı gösterir ve söz konusu dünya ?norm?ların kurallarıyla değil, groteskin kurallarıyla yönetilen çarpıtılmış bir dünyadır.Jarry, Dürrenmatt, Büchner, Strindberg, Çehov, Ionesco, Beckett, Fo, Müller ve Topor gibi tiyatro tarihinin önemli yazarları, grotesk sahne dilini farklı biçimlerde eserlerinde kullanmışlardır. Özellikle Topor, Masanın Altında eseri ile grotesk parodi yaratarak, grotesk olanı tüm olanaklarıyla kullanarak, groteski sahne diline ustalıkla dönüştürmüştür.
Sahne ve Görüntü Sanatları
Günümüzde insan kaynaklı hava kirliliği önemli ölçüde artış göstermiştir. Marmara Bölgesi, Türkiye' nin en fazla endüstrileşmiş ve en yoğun nüfusa sahip bölgesi olup, diğer tüm çevresel kirliliklerin yanısıra, hava kirliliği açısından sahra taşınımları gibi doğal kirletici kaynaklarla beraber, değişik sektörlerden gelen kirletici kaynaklardan etkilenmektedir. İnsan kaynaklı kirlilik oluşturan sektörlerin başında evsel ısınma, üretim ve taşımacılık gelmektedir. Bu temel sektörler hava kirliliği açısından Marmara Bölgesi içinde oldukça etkilidir. Özellikle taşımacılık sektörü, gerek kara, gerek hava gerekse deniz taşımacılığı olmak üzere çok önemli kirlilik kaynaklarıdır. Marmara Bölgesi içinde bulunan Marmara Denizi ve Türk Boğazları, uğraklı ve uğraksız geçiş yapan ticaret gemileri ile iç sefer yapan yolcu gemilerinin oluşturduğu yoğun bir deniz trafiğine sahiptir. Ayrıca bölgede önemli ölçüde havayolu taşımacılığı yapılmaktadır. Bu çalışmada; Marmara Bölgesi' ndeki kirletici kaynakları yüksek çözünürlüklü olarak belirlenmiş, bölgenin meteorolojik koşulları altında kirletici konsantrasyonları tahmin edilmiş, bölgedeki insan nüfusunun maruz kaldığı emisyonlar belirlenmiş ve kirletici kaynaklardaki azaltımların bu maruziyet miktarlarına etkileri araştırılmıştır. Çalışma bölgesi için yapılmış küresel ve bölgesel ölçekli emisyon envanterleri ile bu çalışmada yapılan yüksek çözünürlüklü hesaplamalar karşılaştırıldıklarında, bu çalışmanın daha doğru sonuçlar verdiği görülmüştür. Daha önce yapılmış olan envanter çalışmaları, deniz ve hava taşıtlarının aktiviteleri ile karşılaştırıldığında, kirletici emisyonlarla ilgili olması gerekenden çok düşük varsayımlarda bulundukları tespit edilmiştir. Önceki envanter çalışmalarının sadece miktar olarak değil, aynı zamanda alansal dağılım olarak ta gerçeği yansıtmadığı belirlenmiştir. Deniz ve hava taşıtlarının gerçek aktivite verisi sayesinde, yeni envanter çalışmasından elde edilen emisyon verileri CMAQ hava kalitesi modelinde değerlendirilmiş ve modelin ölçüm verileriyle doğrulanması sonrasında, yeni envanterin hava kalitesi model sonuçlarını da önemli ölçüde iyileştirdiği anlaşılmıştır. Yapılan yüksek çözünürlüklü hesaplamalarla, bu bölgede yapılmış ulusal ve uluslararası envanter çalışmalarından daha doğru sonuçlar elde edilmiştir. Yaptığımız çalışmaya göre, bazı kirleticilerin en önemli kaynağının deniz taşımacılığı olduğu tespit edilmiştir. Gemi emisyonlarını kontrol altına almadan diğer sektörlerde yapılacak kontrollerin anlamsız olacağı, dolayısıyla bu çalışmanın, Marmara Denizi ve Türk Boğazları' nın Emisyon Kontrol Alanı (ECA) olarak ilan edilmesi için bilimsel bir dayanak olacağı düşünülmektedir.
Denizcilik
Konjenital kalp hastalıkları (KKH); kardiyovasküler sistemde doğum esnasında ya da daha sonra tanımlanabilen doğuştan olan yapısal ve işlevsel anomalileri kapsar. Günümüzde konjenital kalp hastalığı görülme sıklığı %0,6'dır. Tüm KKH'lerin %60'ını ventriküler septal defekt (VSD), atriyal septal defekt (ASD), patent duktus arterıosus (PDA), pulmoner stenoz (PS) ve aort koarktasyonu (AK) oluşturur. KKH cerrahisinde kullanılan pediyatrik KPB total vücut sıvısında ve damar geçirgenliğinde artışa sebebiyet vermektedir. İnterstisyel alanda sıvı birikimine neden olan bu durum organ fonksiyonlarına zarar verir. Ultrafiltrasyon, çocuklarda KPB'ye bağlı toplam vücut sıvı artışının neden olduğu organ fonksiyon bozukluklarını önlemek amacıyla geliştirilmiştir. Çalışmamızda; 0-6 yaş arası, ASD ve VSD tanısı ile KPB kullanılarak opere edilen asiyonitik hastalarda ultrafiltrasyon uygulamasının, böbrek fonksiyonlarına ve kan parametrelerine etkisi değerlendirilmiştir. Çalışmamıza ultrafiltrasyon kullanılan 20 hasta (grup:1) ve kullanılmayan 20 hasta (grup:2) olmak üzere toplam 40 hasta dahil edilmiştir. Retrospektif olarak yapılan bu çalışmada 3 ayrı zaman biriminde arteriyel hattan alınan kan gazı örnekleri (t1- KPB öncesi, t2- KPB sırasında, t3- postoperatif 0. gün kan gazı örnekleri) ve ayrı zaman dilimlerinde (preoperatif ve postoperatif) alınan biyokimya analizleri karşılaştırıldı. Arteriyel kan gazı örneğinden hematokrit (Hct), laktat (Lac), potasyum (K) ve sodyum (Na); biyokimya örneğinden kan üre azotu (BUN), kreatinin (Krea) ve Üre değerleri alındı. Ayrıca hastaların preoperatif ve postoperatif (24.saat) idrar çıkışları karşılaştırıldı. Gruplar arasındaki değerlendirmede idrar çıkışı, Hct, K, Na ve Lac değerleri arasında anlamlı fark bulunmamıştır (p>0,05). Fakat Üre, BUN ve kreatin değerlerinde anlamlı fark bulunmuştur(p<0,05).
Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi
Çalışmada İstanbul Karacaahmet Mezarlığı 12. adada yer alan Osmanlı dönemi mezar taşları incelenmiştir. Tespit edilen 182 eserin; 16 tanesi başlık, 26 tanesi ayak taşı, 137 tanesi baş taşıdır. Toprağa gömülü olan 3 eser, baş taşı ya da ayak taşı olarak ayırt edilememiştir. Bunlardan 26 tanesi 18. yüzyıl, 63 tanesi 19. yüzyıl, 8 tanesi ise 20. yüzyılın ilk çeyreğine aittir. İncelenen mezarlar içerisinde kapak taşlı, sandık örgü ve toprak mezar olmak üzere üç mezar tipi tespit edilmiştir. Başlık türleri kadın ve erkek olmak üzere ayrı ayrı ele alınmıştır. Başlığı bulunan erkek mezar taşları ana maddeleri ile kavuk, sarık ve fes olarak sınıflandırılmıştır. Kadın mezar taşlarında 2 örnek dışında başlıklı mezar taşı yoktur. Ayak taşlarında ve kadın baş taşlarında yoğun olarak karşılaşılan süsleme unsurları ise bitkisel, nesnel ve mimari unsurlar olmak üzere kendi içinde üç gruba ayrılmıştır. Ayrıca kitabe metinleri konu ve işleniş bakımından değerlendirilmiş, yer alan kalıplar ayrı tablolar halinde çalışma içerisinde verilmiştir. Malzeme, teknik ve üslup olarak tez konusunu oluşturan mezar taşları başkent üslubunun önemli temsilcileri arasındadır. Mezar taşları yapıldıkları dönemin sanat anlayışını yansıtması ve birçok bilim dalının belgesi niteliği taşımaları nedeniyle büyük önem arz etmektedir.
Sanat Tarihi
ÖZET înce tabakalı ortamlardan kaydedilen sismik yansıma genliklerinin zaman bağımlı değişimleri analitik yaklaşımlarla analiz edilir. İnce tabakalı ortamlardan kaydedilen sismik yansımalar girişimli karaktere sahiptir. Girişimli yansımaların analizi zarfların (anlık genliklerinin) hesaplanmasıyla yapılmaktadır. Çünkü, bir sismik yansıma izinde yansıtıcıların yerlerinin tespit edilmesinde zarf gösterimi önemlidir. Ayrıca zarflar yansıma dalgacığının genliğinin ve şeklinin zamanla olan değişimini ortamın fiziksel özelliklerine göre yansıtır. Özellikle güçlü yansımalara neden olan petrol ve gaz içerikli ortamlar için zarfların ayrımlılığı daha da önemlidir. Geleneksel olarak karmaşık iz yaklaşımı ile hesaplanan sismik zarf izleri girişimden, uyumlu ve uyumsuz gürültülerden etkilenirler ve yeterli ayrımlılıkta olmazlar. Bu çalışmada, sismik zarfların ayrımlılığın artırılması ve girişim problemine bir çözüm olması açısından sismik yansıma verileri Normalize Edilmiş Tam Gradyan (NTG) yöntemiyle incelenmiştir. Yöntemde sismik dalga alanına Fourier sinüs serileri ile bir yaklaşım sağlanmış ve elde edilen analitik fonksiyonun bağımlı değişkenlerine göre türevleri analitik olarak alınmış ve sayısal olarak sismik ize ait Gn normalize edilmiş tam gradyan değerleri hesaplanmıştır. Bu Gn değerlerinin zamana göre çizimi sismik izin daha ayrımlı zarf eğrilerini ve aynı zamanda enerji dağılımını göstermiştir. Girişim probleminin sıklıkla karşılaşıldığı ince tabakalı ortam modelleri (sandwich, kama, pinchout ve fay tipi yapılar) için hesaplanan yapay sismik veriler ve bir arazi verisi üzerinde yapılan uygulamalardan elde edilen sonuçlar, hesaplanan zarf eğrilerin görüntü olarak karmaşık iz zarfına benzer ancak daha ayrımlı ve pürüzsüz yüzeylere sahip olduklarım göstermiştir. Böylece, analitik yaklaşımla türetilen geleneksel sismik niteliklere ek olarak Gn değerlerinin arayüzeyleri ve litolojik değişimleri gösteren gradyan niteliği (attribute) olarak yığılmış sismik verinin yorumunda kullanılması önerilmektedir.
Jeofizik Mühendisliği
Bu çalışmada Alman yazar Thomas Mann'ın Venedik'te Ölüm ve Türk yazar Reşat Nuri Güntekin'in Salgın adlı eserlerindeki salgın/hastalık konusu karşılaştırmalı olarak irdelenir. Çalışma iki bölümden oluşmaktadır. "Ölüm olgusu" çalışmanın ilk bölümünü/kuramsal bölümünü oluşturmaktadır. İkinci bölümde ise her iki yazarın hayatı, edebi kişiliği ve eserleri hakkında bilgi verilerek, salgın/hastalık konusu açısından eserler arasındaki benzerlikler ve farklılıklar ele alınır ve bir değerlendirme yapılır. Söz konusu eserler merkeze alınarak yapılan incelemede metin odaklı yöntem kullanılsa da yazarların hayatlarına değinildiği için biyografik yönteme de başvurulmaktadır. Dolayısıyla karma yöntem, bu çalışma için en uygun olanıdır. İnceleme sonucunda edebiyat dünyasına karşılaştırmalı yeni bir bilimsel çalışma kazandırmak çalışmanın amacını oluşturmaktadır. Bu çalışma, ileride yapılacak olan çalışmalar için yol gösterici olma bağlamında bir işlev üstlenirse ve bir katkı sağlayabilirse amacına ulaşmış olacaktır.
Alman Dili ve Edebiyatı
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273), insanları saygı, sevgi ve hoşgörü potasında birleştirerek yalnızca Türk kültürünü değil Batı medeniyetlerini de etkilemeyi başarmış bir âlimdir. Yaymaya çalıştığı birlik ve beraberlik akımı ile tüm insanlığı kucaklamayı amaçlamıştır. Temellerini attığı Mevlevilik geleneği; nefsini terbiye etmek isteyen insanlara yol gösteren, onları olgunlaştıran, eğiten, adap ve erkan öğretmesi açısından büyük öneme sahip bir ekoldür. Tüm bu eğitimleri ve mesajları yaymak için çeşitli semboller kullanılan bu gelenekte, en çok üzerinde durulan sembollerden birisi de yemektir. Yemek, Mevlânâ'nın sembolik dilinde önemli bir yer tutar; örneğin, "Hayatım 'hamdım, yandım, piştim' sözlerinden ibarettir." diyerek hayat felsefesini yemek terimleriyle anlatmıştır. Mutfakla ilgili yazılı kuralların geliştirilmesi, mutfakta ekipleşme ve dervişlik eğitiminin burada başlaması gibi unsurlar, Mevleviliğin mutfağa verdiği önemi yansıtmaktadır. Mevlânâ'nın ünlü aşçısı Ateşbaz-ı Veli için yapılan kızıl renkli taşlarla anıt mezar, 13. yüzyılda Mevleviliğin mutfağa olan bu özel ilgisini vurgular. Yemeğin pişme aşamalarına tasavvufi anlamlar yükleyerek süreci bir ibadete ve öğretiye dönüştürme Mevlevilikte sıkça rastlanan ritüelleri oluşturur. Dervişler için mutfağın kutsal kabul edilmesi ve yapılan işin yemek pişirmenin çok ötesinde kişinin sabrını, intizamını, adanmışlığını, kararlılığını, çalışkanlığını ölçen okul ve imtihan merkezidir. Sonuç olarak Mevlevi mutfağı, köklü geçmişi ile Türk gastronomisini besleyen önemli bir gelenekler bütünüdür.
Gastronomi ve Mutfak Sanatları
İş sağlığı ve güvenliğine ilişkin sorunlar, iş yerlerinde karşı karşıya kalınan risklerin analiz edilmesi ve bu risklerin etkisini azaltmak için çeşitli önlemler alınmasına rağmen meydana gelmeye devam etmektedir. Hatalı uygulamalar ve bunun sonucu olan kaza, yaralanma ve hastalıkların incelenmesi sonucunda yeni birçok şey öğrenilmekte ve bunun yarattığı ekonomik ve sosyal sonuçlar uzmanlar tarafından araştırılmaktadır. İş sağlığı ve güvenliği bağlamında alınan önleyici tedbirler, üretim ve hizmete dönük operasyonel süreçlerde meydana gelen kaza ve hastalıkların sayısını azaltmaktadır. Bunun yanında, belli riskleri ortadan kaldırmak amacıyla iş güvenliğine ilişkin yeni kanun ve yönetmelikler ülke düzeyinde kabul edilmekte ve uygulamaya sokulmaktadır. Örgütsel sistemler geliştikçe, ergonomi gibi çok disiplinli alanlar geliştirilmekte ve iş risklerine ilişkin sorunlarla mücadele giderek organize biçimde yerine getirilmektedir. Yaşanan bu gelişmelerin diğer bir ürünü ise iş sağlığı ve güvenliği yönetim sistemlerinin geliştirilmesidir. Bu sistemler, iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin temel sorunlarla başa çıkmanın temel araçları olarak bir süredir kullanılmakta ve böylelikle daha güvenli bir iş yaşamının temelleri atılmaya çalışılmaktadır. İş sağlığı ve güvenliğine ilişkin kurulan bu sistemlerin performanslarının hedeflenen sonuçları doğurması ise öncelikle bir ölçümleme alt yapısının oluşturulmasını gerekmektedir. Bu araştırma, benzeri bir altyapı oluşturmayı amaçlamakta ve izleyen ana unsurlardan oluşmaktadır: (1) iş sağlığı ve güvenliği bağlamında bir gösterge havuzunun oluşturulması ve uygun göstergelerin taranarak belirlenmesi, (2) Türkiye'de demir-çelik sektöründe faaliyet gösteren bir firmadan alınan veriler kullanılarak Entropy tabanlı bir gösterge ağırlığı belirleme çalışmasının yapılması, (3) firmanın iş sağlığı ve güvenliği performansının yıllar itibariyle TOPSIS kullanılarak karşılaştırmalı olarak hesaplanması, ve (4) araştırmanın sonuçları, zayıf yanları ve yeni araştırma imkanlarının tartışılması.
Endüstri ve Endüstri Mühendisliği
Amaç: USAP/NSTEMI hastaları heterojen bir gruptur; koroner yoğun bakım ve invaziv tedavi ihtiyacı olan ölüm ve MI riski yüksek hastalar yanında uygun tedavi rejimlerine yanıt veren iyi prognozlu hastalar da vardır. Bu nedenle risk sınıflaması bu hastaların tedavisinde ve yönetiminde merkezi bir rol oynar. Günümüz koşullarında akut koroner sendrom hastalarının önemli bir kısmı invaziv tedavi görmektedir. Bununla beraber sadece invaziv tedavi alan USAP/NSTEMI hastalarına yönelik bir risk skorlaması mevcut değildir. Bu çalışmada invaziv tedavi uygulanmış USAP/ NSTEMI hasta grubu özelinde klasik risk skorlama sistemlerine alternatif, klinik uygulamada kullanılabilir bir risk skorlama sistemi geliştirilmesi hedeflenmiştir.Yöntem: Bu retrospektif çalışmaya invaziv tedavi uygulanmış 192 USAP/NSTEMI hastası (131 erkek, 61 bayan) dahil edilmiştir. Hastaların 37±21 aylık takibinde major istenmeyen kardiyovasküler olay geçiren ya da ölen hastaların değerleriyle major istenmeyen kardiyovasküler olay geçirmemiş hastaların değerleri kıyaslanmıştır.Bulgular: Ölen hastaların başvuru sırasındaki yaşı, Killip skoru, kardiyak enzim değerleri ölenlerden anlamlı olarak daha yüksek iken ejeksiyon fraksiyonu anlamlı olarak daha düşüktü. Ayrıca ölen hastalarda DM ve KKY, hastane yatışı öncesi aspirin kullanımı, atrial fibrilasyon, ST ve T dalgası hareketlenme sıklığı anlamlı olarak daha fazlaydı. Korelasyon analizinde yaş , KKY öyküsü, DM, Hipertansiyon, AF, ST ve T dalgası hareketlenmeleri, nabız, killip sınıfı, CK-MB, kreatinin, HDL, pik CK-Mb, yatış öncesi ASA ve statin kullanımı, çok damar hastası, son 24 saatte ?2 ağrı atağı, yatış sırasında statin ve nitrat tedavisi mortalite ile ilişkili bulundu. HDL ve AF lojistik regresyon analizinde anlamlı mortalire belirteci olarak saptandı. TIMI puanı parametrelerine AF için 2 ve HDL si düşük(<40) olan olgular için 1 puan verilip yeni bir risk skorlama (RS) sistemi geliştirildi. RS puanı 3 ve üzerinde olan hastalarda mortalite riskini belirlemede duyarlılık %84, özgüllük %61 bulunmuştur. Aynı değerlendirme TIMI ile yapıldığında duyarlılık %80 ve özgüllük %47 bulunmuştur.Sonuç: TIMI ve GRACE gibi çok kullanılan risk skorlarına hastanın kliniklere müracaatında hemen değerlendirilebilecek AF ve HDL gibi parametrelerin eklenmesi ile daha iyi bir risk tahmini elde edilebilir.
Kardiyoloji
Bu çalışmanın amacı, enflasyon ve faiz arasında nedensellik ilişkisinin genişletilmiş Taylor kuralı çerçevesinde Türkiye ekonomisi için test etmek ve kısa dönemli nominal faiz oranı ile enflasyon açığı, döviz kuru açığı ve çıktı açığı arasındaki ilişkiyi ölçmektir. Genişletilmiş Taylor kuralına göre, kısa dönemli nominal faiz oranları üzerinde enflasyon ve çıktı sapma katsayısının pozitif olması beklenirken, döviz kuru sapma katsayısının sıfır olması beklenmektedir. Çalışmada genişletilmiş Taylor kuralının geçerliliği, 1994Q1-2023Q12 dönemi aylık veriler kullanılarak En Küçük Kareler yöntemi ve Granger nedensellik testi olmak üzere iki farklı yöntem ile gerçekleştirilmiştir. Veriler ilk önce 30 yıllık dönem, ardından 10'ar yıllık dönemler halinde analize tabi tutulmuştur. Böylece genişletilmiş Taylor Kuralının geçerliliği karşılaştırmalı olarak sunulmuştur. Analiz sonucuna göre ele alınan dönemlerde Türkiye'de uygulanan para politikasında genişletilmiş Taylor kuralına uygun hareket edilmediği ve faiz oranı ile enflasyon açığı arasında nedensellik ilişkisi olmadığı görülmektedir. Sadece 2001 yılında TCMB'nin bağımsızlığa kavuşturulmasından sonraki 2004:01-2013:12 dönemde uygulanan para politikasının genişletilmiş Taylor Kuralına uyum sağladığı ve enflasyon ve faiz arasında çift yönlü nedensellik ilişkinin bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır.onra doldurulacaktır.
Ekonomi
Bu tezin amacı mekânın sinemasal kullanımını araştırmak ve 1980 sonrası Türk sinemasında çoğunluğu tek mekânda geçen filmlerde mekânın ne şekilde kullanıldığını sorgulamaktır.Çalışma boyunca, mekânın dünya ve Türk sinema tarihindeki kullanım şekillerine bakılacak, mekânın sinemasal kullanımı ile ilgili yaklaşımlar tartışılacaktır. Sinemada mekânı ele alırken filmin yapıldığı dönemin tarihi, siyasi ve sosyal arka planının filmdeki mekânlar üstündeki etkisi araştırılacak, bunların sinemasal mekânı yaratma araçları ile ne şekilde temsil edildiğine bakılacaktır.Analiz kısmında ise 1980 sonrası çoğunluğu tek mekânda geçen filmlerdeki mekânları şekillendiren etkenler ele alınacak, mekânların filmdeki sembolik anlamları çözümlenecektir.
Radyo-Televizyon
Beta Arrestinler (βArrs) 1 ve 2 proteinleri, hücre içi sinyal düzenleyici proteinlerdirler. Ifade seviyeleri kanser türlerine göre değişiklik gösterir. Kanser hücresi regülasyonunda farklı GPkR sinyallerinin çeşitliliği göz önüne alındığında, βArrs'lerin kanser araştırmalarındaki rolü ile ilgili çelişkili sonuçlar kaçınılmazdır. Bu çalışmada Üçlü negatif meme kanser hücrelerin davaranışlarını GPkR sinyal yolağı yerine, βArrs'lerin ifade seviyelerini değiştirerek hücresel fonksiyon ve gen ifade profilleri üzerinde etkileri incelenmiştir. MDA-MB-231 ve MDA-MB-468 hücrelerinde proliferasyon, invazyon ve hücre döngüsünü incelemeden önce βArrs 1 veya 2 proteinlerin ifade seviyeleri özgül siRNA veya cDNA'larıila transfekte edilmesiyle değiştirildi. Bu değişikliklerin sonunda farklı ifade olan genleri ve proteinleri tanımlamak ve moleküler mekanizmalarını daha iyi anlamak için mikroarray analizi, qRT-PCR ve Western blot analizi yapıldı. βArrs1 veya 2 proteinlerin ifadesinin azaltılması, hücre proliferasyonu ve invazyonunun artırma eğilimindeyken, bu proteinlerin ekspresyon seviyelerinin artırılması onları inhibe etmektedir. βArrs'lerin aşırı ifade edilmesi, hücre döngüsünün S fazını ve hücre döngüsü genleri, CDC45, BUB1, CCND1, CCND2, CDKN2C'nin diferansiyel ekspresyonuna neden oldu. Ayrıca HER3, IGF-1R ve Snail'de azalmaya neden oldu. Bu bulgular, βArrs1 veya 2'nin, üçlü negatıf meme kanserlerinde hücre döngüsü genleri ve HER3, IGF-1R ve Snail üzerindeki etkileri yoluyla hücre döngüsü ve antikanser sinyal yolaklarında önemli ölçüde yer aldığını gösterir.
Biyoteknoloji
Obez bireylerde insülin resistansı (IR) ile ilişkili olarak ortaya çıkan ve giderek büyüyen problemlerden biri de nonalkolik yağlı karaciğer hastalığıdır. Bu araştırmada pediatrik endokrinoloji polikliniğine başvuran ve ultrasonografi ile hepatosteatozis araştırılan, 4-18 yaşlarında olan 161 obez çocuk ve adölesanın (56 erkek, 105 kız) dosya kayıtları retrospektif olarak incelenerek hepatosteatozis sıklığı ve IR ile ilişkisi araştırıldı. Ultrasonografi ile hastaların % 40'ında hepatosteatozis saptandı. ALT tayini yapılan 134 hastanın %17.5'unda ALT ?40 U/L idi. Steatozis saptanan olguların % 35'inde ALT yüksek idi. Steatozisi olanlarda; olmayanlara göre istatiksel olarak vücut-kitle indeksi (VKİ), homeostasis model assessment for insülin resistansı (HOMA-IR), serum ALT, AST, insülin ve trigliserid düzeyleri daha yüksek iken HDL-C düzeyleri düşük bulundu. Steatozislilerde akantozis nigrikans (AN) sıklığı % 68 ve IR sıklığı % 57.4 iken steatozisi olmayanlarda sırasıyla % 37 ve % 42.6 olup anlamlı farklılık saptandı (sırasıyla, p=0.001 ve p<0.05). ALT düzeyleri yüksek olanlar ile olmayanlar arasında VKİ, HOMA-IR ve insulin düzeyleri, IR ve AN sıklıkları farklı değildi. Erkeklerin % 53.6'sında, kızların % 32.4'ünde steatozis saptandı (p<0.01). Prepubertal-pubertal çocuklar arasında yüksek ALT sıklığı farklı iken (p<0.05), steatozis sıklığı farklı değildi. Prepubertal kızlar ve erkekler arasında steatozis sıklığı farketmezken, pubertal erkeklerde steatozis sıklığı kızlardan daha yüksek idi (p<0.05). Pubertal çocuklarda HOMA-IR yüksek idi (p<0.05). AN'i olanlarda steatozis sıklığı AN'si olmayanlardan yüksek idi (p=0.001). IR'si olan ve olmayanlarda steatozis ve yüksek ALT sıklığı farklı değildi. Steatozisin derecesi ile insulin, ALT ve AST arasında pozitif korelasyon (sırasıyla, r=0.3, p<0.05, r=0.5, p<0.001 ve r=0.3, p<0.05) vardı. Lojistik regresyon analizinde steatozis varlığının cinsiyet, HDL-C ve VKİ ile ilişkili olduğu; ALT yüksekliğine ise sadece HDL-C'un etkili olduğu saptandı. Obez çocuk ve adölesanlarda steatozis ve artmış ALT düzeyleri sıklıkları oldukça yüksektir. IR, steatozis varlığına etki eden bir faktördür. Ancak steatozis için obezitenin derecesi, dislipidemi ve cinsiyet IR'den daha önemli faktörlerdir. Artmış ALT düzeyleri ise sadece dislipidemi ile ilişkilidir.
Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları
Bu tezde protein algılamasına yönelik nano biyosensörlerin, yeni malzemeler ve tekniklerle geliştirilmesi araştırılmıştır. Dikey kapasitör sensörler tasarlanmış olup, metal kaplama için altın ve krom malzemeleri kullanıldı. Metal plakaların arasına ise dielektrik malzeme olarak SiO2 ve Al2O3 malzemeleri kullanıldı. Nano boşluklu kapasitif nano biyosensörlerin fabrikasyonu ve düşük frekans değerlerinde (1 kHz ? 100 kHz) karakterizasyonu konusu araştırıldı. Geliştirilen etiketsiz kapasitif nano biyosensörlerin 100 ?g/ml, 10 ?g/ml, 1 ?g/ml, 100 ng/ml ve 10 ng/ml konsantrasyonlarındaki streptavidin proteinlerini algılaması araştırıldı. Yapılaniiideneysel çalışmalar sonucunda farklı konsantrasyonları birbirinden ayırt edebildiği görüldü. Ayrıca, farklı boyutlardaki sensör yapılarının algılama hassasiyetine etkisi, ıslak aşındırma süresinin algılama hassasiyetiyle ilişkisi ve streptavidinlerin fonksiyonalize edilen yüzeylere bağlanma süresi araştırılmıştır. Yapılan araştırmaların sonucunda, farklı boyutlara sahip sensörlerin algılama hassasiyetlerinin farklı olduğu gösterilmiştir. Üretilen nano biyosensörlerin tekrarlanabilirlik, kararlılık ve güvenilirlik testleri yapılmış olup, güvenilirliği ispatlanmıştır. Bu biyosensörler 10 mVrms'te çalışırlar ve düşük güç platformları sunarlar. Hedef proteinleri algılamada dielektriğe karşı duyarlılık dielektrik katsayısı birim değişikliği başına 132 pF'dir. Ayrıca, farklı boyutlara sahip olan dört aygıta 100?g/ml konsantrasyonunda streptavidin uygulanmıştır. Aygıtların kapasitans (Cp) değerlerinde %10 ile %16 arasında bir değişim görülmüştür. Streptavidin bağlanma deneyi sonuçlarına göre, 100?g/ml konsantrasyonundaki straptavidinin bağlanması için +4ºC sıcaklıkta 30 dakika bekletmenin yeterli olduğu gösterilmiştir.
Biyofizik